Öyle demişti filozof: “Katı olan her şey buharlaşıyor.”
Son yirmi yılın Kurban Bayramlarını tartışmasız geçirmiyoruz. Hoş, Kurban ibadetini yapmak isteyen müslüman için bunun tartışılacak bir yanı yok. Hayvana eziyet etmeden, belirlenen tanım ve ölçüler içerisinde bu vecibe yarine getirilir. Tabiidir ki merhamet de estetik de bu ölçülerin içindedir.
İhsan Fazlıoğlu Hocamız dün bir tivitinde tartışmalara başka bir perspektiften şöyle bakıyordu: “ İnsanlar ‘hayvân’ gibi öldürülürken sükût edenlerin, hayvanlara ‘insan’ gibi davranmaları, esfel-i sâfilîn makamının en büyük kanıtıdır…”
Ama şimdilerde ‘tartışmanın taraflarından biri Kurban ibadetinin yerine muhtelif ikâme tekliflerinden tutunuz, Kurbanı inkara kadar giden bir tutum içerisinde.
Bu tutum sahiplerinin ‘kanaatlerinin” merkezinde “bence” adında tuhaf bir optik var. “Bence bence bence…” Sen kimsin yahu? Bu “bence” başlıklı bakış hemen her alanda var ve evrenin genel müdürü havalarında bireysel iktidar pıtırcıkları olarak orada burada boy gösteriyor.
Dünyanın dışı kafamın içindekinden ibarettir havalarındaki bu sefil dangozluk, bazan hayatı kendine de başkalarına da zehreden narsist saptamacıklarla bir ömür doldurur: Ben ben ben, bence bence bence.
Katı olan buharlaşır, diyen filozofun işaret ettiği katılığın tuhaf biçimde bu bencillikte yuvalandığını düşünüyorum. Bir inanç sahibi mi daha katıdır, o inançla ilgisi olmadığı halde çarpık bencilliğini sürekli o inancın/ inananın üstüne kusmaya çalışan insancık mı? Ve bilin bakalım sonuçta buharlaşan nedir? İnanç mı, sınırlı bencil sefih mi?
Bugün kurban, yarın başka şey, farketmez.
Kendi varoluşunu bir inancı/eylemi/ değeri yoksayma, çarpıtma, küçümseme, alay, tahkir, küfür üzerinden şekillendiremeden gerçekleştiremeyen bir zavallılık.
Tekrar o cümleye dönelim ve soralım: İnanmak mı katıdır, reddetmek mi?
Ve hangisi buharlaşmaya yatkındır?
Zaten küresel iklimdeki değişiklik sebebiyle her şey buharlaşıyor, bir de… Neyse.
Okumak okumaya karşı
(…) Ertesi günden tezi yok, ilkçağa doğru bir geziye çıkıp Homeros’un, Eflatun’un ve daha bir sürü irili ufaklı yazarın defterlerini dürüverdim. Daha sonraki haftalarda İran’a, Hindistan’a, oradan Çin ve Japonya’ya atlayarak usturuplu konuşup usturuplu yazan ne kadar edebiyatçı varsa, topunun yapıtlarını özetledim. Dönüşte o kendini beğenmiş Romalıların ülkesinde otağ kurarak Antonius’ün, öldürttükten sonra kellesini Söylevler Kürsüsünde sergilettiği, karısı Fulvia’nın çuvaldızla dilini deldiği Cicero’dan tutun da o yüzü yerde Horatius’a değin her yazarı bir bir didikledim.
Bu benim üç ayımı aldı. Ortaçağın ise bir haftada hesabını gördüm. Bu çağda edebiyatçılar kış uykusuna yattıklarından kitap yazacak zaman bulamamışlardı. Kimileri ise saçma sapan düşünceleri kitaplara tıkmaktansa susup bir kenarda durmayı yeğlemişlerdi. Bunları tümüne çağşaklı bir teşekkür savurduktan sonra Uyanış Çağına ayak attım. Doğrusu onlar da beni çok uğraştırdı diyemem. Bunların en azılısı Dante idi. Ama o da öykülerini dizilerken sık sık kendinden geçip cansız bir ceset gibi yere yıkıldığından bana pek iş kalmıyordu. Erasmus ile Rabelais de beni pek yormadılar. Deliliğe Övgü yazarı insanların yarısına kaçık, öbür yarısına da da kaçıklığa özenen bilge gözüyle baktığı için o ünlü kitabını birkaç tümceyle özetleyivermek mutluluğuna eriştim. Rabelais ise günün 24 saati sözcük kazanları kaynatıyor ve taze eylül şarabıyla çarmakçur oluyordu. Böylesi sözcük budalası ve şarap sarhoşu bir yazarın yapıtlarını özetlemek hiç mi hiç güç olmadı. (…)
Hele XIX. Yüzyıl çene kavaflarının sayısı kabarık mı kabarıktı. Bir ara ipin ucunu kaçıracak duruma bile düştüm. Ama sonradan Hugo, Balzac, Zola, Dumas gibi laf ebelerinin edebiyatla bir ilişkisi bulunamayacağına vararak, onları edebiyat alanından sürüp çıkardım. (…) Salâh Birsel- Kurutulmuş Felsefe Bahçesi- Sel yayınları
Sokak balığı
Şehirler sahillerden çok yükseklere çıktı. Biraz daha zorlasak tepemize çıkacak.! İnsan denizle yakınlık kurmak istiyor bilirsiniz... Yakınlaşıp dibinde hangi dünyaların döndüğünü izlemek, balıkları da sokaktan geçerken kedi köpek gibi sevmek, sahile ayaklarını uzatıp menemen soğanlı mı olur soğansız mı diye düşünürken uzaklara değil yakınlara bakmak istiyor. Hadi biz az buçuk rüzgar estikçe alıyoruz kokusunu görüyoruz derinliğini ya iç Anadolu? Onlar için bir iki üç deyince kıyı kesimlerde yaşayanlar denizin bir ucundan tutup ülkenin içine doğru çekse hiç fena olmaz ha?