İstanbul’un dışı

Mevlana İdris

Eskiden kısaca taşra denirdi. Birisi size taşradayım diyorsa bu, şehrin yani özellikle de İstanbul şehrinin dışındayım demek isterdi.

Yeni Dünya’da bu kullanım ve gerçekliği ne kadar geçerli, bilemiyorum.

Ama hafta sonu önce Edirne’de ve kırlarında geçirdiğim iki gün ve sonrasında Sındırgı’ya uzanıp orada ve sonra Bursa’da geçen zamana bakınca düşünmeden edemedim; Artık İstanbul’da tufaya geliyoruz.

Bahar mevsimindeyiz mâlum.

Gözlerimizin şehirde aradığı ama bulamadığı genişlikler, yeşillikler, ovanın ortasındaki yalnız ağaçlar, ondokuzuncu yüzyıldan kalma muhtelif güzel ve yalnız ve hatta metruk binalar, lezzeti yerinde ve plastik şişelerde satılmayan sular…

İnsanların yüzlerindeki gülümseyişin derinliği. Sokakta, gündelik hayattaki ilişkilerin aldığı biçimler, şehrin akışındaki rahatlık ya da arızalar…Bunların hepsini zihin ister istemez sürekli İstanbulla kıyas ediyor.

Hiç İstanbulla başka bir yer kıyas edilir mi, bu ne saçmalık diyenler olacak. Evet edilmez ama içinde yaşayan insanların gündelik hayatı pekâla kıyaslanabilir.

Şurası çok net; İstanbul’un dışı yani gerek Trakya, gerekse Anadolu insan gibi yaşamak için artık daha avantajlı durumda.

Artık taşra; üzerinize üzerinize gelmeyen binalar, yağmuru rüzgârı bir eziyet olarak değil iç açıcı bir değişim olarak görebileceğiniz, vaktinizin kesinlikle daha bereketli olduğu yerler.

Ama şehir, içinde yaşayan 16 milyon yetmezmiş gibi azmanlaşmaya devam ediyor. Akıl almaz biçimde hâlâ bu şehrin nüfusunu arttırmakla sonuçlanacak mega projeler bu şehre yapılmaya çalışılıyor. Neden?

Tam tersi olması lâzım değil mi? Bu şehrin nüfusunun artmasının kimseye bir yararı yok. Zaten bu kadar çok seçmenin olduğu yerde oylar bile sayılamıyor, maraza çıkıyor. Hiç mi ibret almazsınız? Almayız.

Harika bir kasabada yaşlı bir amca İstanbul’dan geldiğimizi öğrenince şöyle demişti: “İyi yapmışsın, ben olsam ben de gelirdim. Yaşanmaz olmuş o şehir..”

Yaşlı amcaya bu cümleyi söyleten gerçekliğe acı acı gülümseyelim bakalım…

Yarışma

(…) Sene 2000. Özel bir yapım şirketindeyim. Kanal D’de yayınlanan bir yarışma programı çekiyorum. Bir çocuk yarışması. Şu ünlü Çarkıfelek yarışmasının çocuklara uyarlanmış versiyonu. Belki hatırlayan olur, ismi de Çark2000 idi.

O gün de, her zamanki gibi, çekim öncesinde yarışmacı olarak katılan çocukları dekordaki yerlerine alıp, tek tek tanıştım, çekim sırasında dikkat etmeleri gereken kurallarla ilgili bir kaç ricada bulundum.

Sonra reji odasına geçtim ve çekime başladık.

Yarışmacılar son derece dinamik ve heyecanlıydılar. Özellikle Mehmet adlı yarışmacı çok iyi gidiyordu, ilk iki soruyu bir iki harf tahmininden sonra hemen bildi. Çarkıfelek izleyenler bilirler, ekranda beliren bir atasözü veya deyimin harflerini bulup sonra da cümlenin tamamını tahmin ederek doğru cevabı söylemek gerekir. Mehmet daha bir veya iki harf çıkar çıkmaz bütün cümleyi söyleyip doğru cevap veriyordu. Üçüncü soru, dördüncü soru hep aynı şey yaşandı. Ekranda bir harf açıldığı anda Mehmet diğerlerine fırsat vermeden doğru cevap veriyordu.

Beşinci kez aynı şey yaşandığı anda çekimi durdurdum.

Teknik ekipten bir kaç kişi gayet iyi gidiyordu, ne oldu dedi.

Bir sorun var arkadaşlar, hemen halolacak merak etmeyin dedim.

Reji odasından çıktım, stüdyonun içine girdim. Herkes bana bakıyordu ve ne olduğunu merak ediyorlardı. Arkadaşlar çay molası dedim, ekip dağıldı ve herkes çay ocağına yöneldi. Böylece gözlerinin takibinden kurtulmuş oldum. Yarışmacılara doğru ilerledim. Onlar da ne oldu diye soran gözlerle bana bakıyorlardı. Mehmet bir dakika gel dedim, yanıma çağırdım. Geldi. Stüdyoda dekorun kenarında, ışığı nispeten az, dikkat çekmeyen bir köşeye gittik. Mehmet henüz on yaşındaydı, onunla yüz yüze konuşabilmek için diz çökmem gerekti. Yakasına takılı telsiz mikrofonu kapattım.

Mehmet dedim; soruları ve cevaplarını önceden aldığın çok belli oldu.

Hiç beklemediğim tarzda, büyük adammış gibi bir tepki verdi.

“Yapma ya” dedi.

Valla belli oldu dedim.

“Bunu hiç düşünmemiştim” dedi.

Kimden aldın soruları dedim.

Personelden bir arkadaşın ismini söyledi. Aile dostlarıymış.

“Napacağız peki” dedi.

Başka sorularla programı baştan çekmek zorundayız dedim.

“Tamam” dedi.

Farklı sorularla yarışmaya hazır mısın dedim.

“Sorun yok, hazırım” dedi.

Tamam o zaman birazdan çekime gireceğiz, şimdi gidebilirsin kimseye bir şey söylemene gerek yok dedim. Koşarak uzaklaştı.

Program ekibinden bilgisayara yeni bir takım soru girişi yapılmasını istedim. Biraz sonra çekime yeniden başladık.

Mehmet yarışmada ikinci oldu. Çekim bitiminde kendisine refakat eden aile büyüğünün elini tutmuş halde stüdyodan çıkarken göz göze geldik. Sorun yok dercesine bir jest yaptım. Başını öne eğdi ve yürüdü.

O günkü yarışma, o yaştaki bu çocuk için bir hayat dersi olmuştu. Giderken başını öne eğmesi ve yüzündeki ifade, gereken mesajı aldığı izlenimini uyandırdı. (…) Ekrem Ergüder- Çeto 8. sayıdan alınmıştır.

Yorum Yap
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.