Evine geçenlerde bir tesisatçı çağırma talihsizliğinde bulunan dostum, üç gündür yemeden içmeden kesildi, arada bir de daha önce hiç duymadığım sunturlu küfürler savuruyor.
Neden mi? Bir çoğunuz tahmin etmişsinizdir ama şundan: Tesisatçının tamir ettiği şey eskisinden daha kötü olmuş, tonla para vermiş, o gün saatinde gelmeyen tesisatçı sebebiyle işe gidememiş ve fırça yemiş ve şimdi de tesisatçı telefonlarına çıkmıyormuş.
Daha kötüsü var elbette ve ne yazık ki bu türden misaller münferit değil. Her düzeyde, resmî/gayri resmî bir çok alanda var; işini iyi yapmamak.
Her türden sıkıntının, kötülüğün kaynağı biraz da bu galiba. Her neyi yapıyorsak onu iyi yapmamak...Yahut bir çok işi aynı anda yapmaya çalışmak. Düşünebiliyor musunuz, bir dostum hem araba alım satımı, hem mühendislik, hem de keçi çiftliği işini aynı anda yapıyordu ve ayrıca yumurta ticareti işine de girmeyi düşündüğünü söylüyordu.
Buna herhalde yetenek diyemeyiz. Bana daha çok ‘yetinememek’ olarak geliyor; o büyük yoksulluk.
Hayatımızın günlük akışı içinde şikayet ettiğimiz ne varsa, meseleyi çekip köküne baktığımızda orada işini sevmeyen, yalnız sevmemekle kalmayıp kötü şekilde yaparak veya hiç yapmayarak bir alanı haksız yere işgâl eden birini görüyoruz.
Bir temizlik işçisi işini iyi yapıyorsa o sokaktan içimiz fenalaşmadan geçeriz. Bu bir siyasetçi için de, tesisatçı içinde, güvenlik görevlisi için de, esnaf için de geçerli.
Esnaf deyince herkesin aklına hemen çürük meyve-sebzeyi kakalayan bir tipin gelmesi ne acı ama aynı zamanda yaygınlığı ve sürekliliği sebebiyle ne kadar da gerçekçi. Aynı ‘esnaf’ ruhu ne yazık ki inşaatta da var, eğitimde de var, sağlıkta da var. Belki adalette de!
İşini sevmemek mi daha ağır basıyor, insanlara kötülük yapma isteği mi yoksa haksız yere hep daha fazla ‘kazanma’ isteği mi? İşin içinden çıkamıyorum. Denetim mekanizmaları da işini iyi yapmayan insanlardan teşekkül ediyor olmalı ki onlar da çıkmıyor, çıkamıyor.
Sonra işini iyi yapmayanların toplumunda, küçük küçük onlarca meselenin küçük negatif elektriklenmeleriyle uçuşmaya başlıyoruz. Vay ki bir topluiğne bize temas etsin, bumm!
Sonra vay efendim şöyle, vay efendim böyle. Hayır efendim, işimize bakmıyoruz, onu sevmiyoruz ve iyi yapmıyoruz.
İşgâl edilen kaldırımlar
Geçenlerde durup dururken çay içtiğimiz masadaki bir arkadaş patladı ve şöyle dedi: “Ben esnafın kaldırımı işgâli ile düşmanın vatanı işgâli arasında bir fark görmüyorum!”
Masadaki arkadaşlardan bazıları yorumu aşırı buldu, bazıları ise arkadaşa hak verdi. Ve sonrasında yerel yönetimlerin savsaklamalarına kadar konu her yere uzadı gitti. Hakikaten de şehrin kalbi sayılabilecek yerlerde bile esnafın derebeyi gibi davranarak eline geçen her şeyi kaldırımlara, hatta yetinmeyip yollara yığarak kendi çaplarında kamusal alanda bir “fetih” gerçekleştirmeleri olacak şey değil. Bu çirkinliğe ne zaman kim dur diyecek? Bu sebeple cinayetlerin bile işlendiği şehirde bu işin bir sorumlusu olmayacak mı?
Çıkış yolu
(...) Bu sınırlara bizim tarihimizde Misak-ı millî sınırları denir. Aslında sınırlar bizim tarafımızdan çizilmiş değildir. Bu sınırlar düşmanlarımız tarafından çizilmiştir. Bu sebeple bir gün kuvvetlendiğimizde, bu sınırları yeni bir sorun hâline getirmemiz en tabii hakkımızdır. Tabii ki düşmanlarımız, bu sınırları da çok görüyorlardı bize. Ve bizi doğuran ana olan Anadolu’yu paramparça etmek istiyorlardı. Bu yüzden bildiğiniz gibi işte, bir Ermenistan kurmak ve Batı Anadolu’yu, İstanbul’u bir çok yerleri de paylaşmak için Sevr’i hazırlamışlardı. Fakat miletimizin direnişi ve bununla, artık şu sınırlardan içeri bir adım atarsanız, son ferdimize kadar can veririz, yine sizi içeri sokmayız; en zayıf zamanımızda, en güçsüz durumumuzda yere serildiğimiz şu anda bile, bu sınırlardan bir adım daha attırmayız; bunu yaptığınız taktirde, biliniz ki, bu memlekette yaşayan en son ferde kadar herkes canını verecektir, demek isteyişimiz durumu değiştirdi. Doğacak kaybı göze alamayan Batılılar, aralarındaki anlaşmazlıkların da tesiriyle, bizim bu hudutlarımıza razı oldular.
Fakat dikkat ederseniz o hudutlarda bulanık çizgiler de kaldı. Meselâ; biz Musul ve Kerkük’ü istiyorduk. Halbuki, Batılılar, buna asla razı değillerdi. Büyük mücadeleler oldu. Fakat sonunda, Musul ve Kerkük verilmedi bize. Şimdi bakıyoruz, bu kadar yıl sonra bizi o sınırdan zorluyorlar. Düşmanlarımız, bizi Musul ve Kerkük sınırlarından zorluyorlar. Demek ki , Musul ve Kerkük’ü o zaman vermemiş olsaydık, şimdi Güneydoğu sınırımız kolay kolay zorlanmayacaktı. (...) Sezai Karakoç- Çıkış Yolu I- Ülkemizin Geleceği (İki Konferans)- Diriliş Yayınları