Biraz dalgın gördüm adamımı. Canı da biraz sıkılmış gibiydi.
Elindeki küçük çay bardağını her zamankinden biraz farklı tutuyordu sanki.
Secdelerde daha uzun kaldığını söyledi.
Kaçınılmaz olandan kaçma çabasına düşmeksizin ayakta durmak için secdeleri daha uzattığını, böyle anlarda daha önce duymadığı kimi tatlı iç sızılarını daha iyi duyduğunu, bunun da kendisine yepyeni anlamlar yüklediğini söylerken, bir kaşı kuşlar kaldırıyormuş gibi havaya kalktı.
Güz güneşi uzun bacaklı soğuk havaların içinde yükselirken, oturduğumuz masada sürekli kırılan bir şeylerin çıtırtısı vardı.
‘Halep’teki Palyaço’ dedi birden.
‘Kim bilir ne dertleri vardı ama çocuklar için gülüyordu işte.’
Birazdan ölmesini herkesin ‘normal’ karşıladığı çocuklar, Halepli çocuklar için.
Gülüyordu ve sonra sessizce ölüyordu.
Hayatın ve ölümün içinde sahne almıştı.
Bir o yana geçenleri görüyordu, bir bu yana.
Sonra birden o yana geçti Palyaço.
Bir benzerini yaşayan meslektaşı var mıydı dünyada?
‘Hiç sanmam’ dedi adamım.
Enes El Başa adamımın gözlerinden bir bulut olarak geçip gidiyordu işte.
Bir füze saldırısından hemen sonra.
Şimdi kim gülecekti çocuklara, kimse bilmiyordu Halep’te ve Halep olan her yerde.
Halepli çocukların palyaçosu gitti.
Şehrin orasına burasına açılmış binlerce boşluğa bir boşluk daha eklendi.
Ve kocaman açılmış bir ağzın bıraktığı gülümseme
Asıldı Halep’in göklerine.
Joyce’lu Anılar
(...) Ulysses’in Türkçeye çevrilmesi ‘operasyonu’nda, her ne kadar “yerinde kim olsa bunları yapacaktı” yargısıyla karşılaşmış da olsam sonrasında, karınca kararınca bir payım olduğunu bilen biliyor. Çevirisini Nevzat Erkmen tamamladığında, bir gün belki “Nasreddin Hoca’lı Anılarım”ı da yazarım, ben yayınevinin dışında, bir tür fetret dönemindeydim. Dizinin kuralı gereği, bir sorumlunun redaksiyonunu üstlenmesi ve önsöz yazdırılması sözkonusuydu –anladığım kimseyi ikna edememişler- kapım çalındı, kabul ettim; Dört ay sürdü redaksiyon çalışması, 1972’deki çift dilli okumanın yerini bu kez üç dillisi almıştı! Bir dolu öneri getirdim Erkmen’e, sanırım çoğunu onayladı. Kitap okur önüne çıktığında altı aylığına Paris’teydim; Yayınevinin 500. kitabı olarak seçilmişti Ulysses, bu nedenle de bir kokteyl düzenlenmiş, konuklar ağırlanmış, konuklardan biri Orhan Pamuk, aktarana bakılırsa biraz da alkolün etkisiyle, uluorta görüşünü dile getirmiş: “Neden yarım yamalak İngilizcesi olduğu halde önsözü Enis yazmış?” Döndüğümde anlatılmıştı; hem içerlemiş, hem eğlenmiştim. Bir kaç ay sonra, gene bir kokteylde Orhan’ı uzaktan farkettim, bakışlarımızın kesişmemesine çaba gösterdiğimi anladı tabii, ne de olsa zekî adam, epey bir siftindikten sonra yanıma geldi, kibar ama soğuk davrandım, “Sana aktardılar değil mi?” dedi. Gene soğuk, mesafeli, kibar, çoktan hazır ettiğimi saklayacak hâlim yok, birkaç cümle kurdum: “Birincisi, Ulysses’in çevirisine tek kelime yabancı dil bilmeyen birinden, örneğin Yaşar Kemal’den önsöz istenebilir. Tıpkı senin Dostoyevski’ye pekâlâ önsöz yazabileceğin gibi. İkincisi, ben senin yarımyamalak Türkçenle roman yazmana karışıyor muyum?” O gün bugün aramızda hep kara kediler dolaştı, oysa kara kitaplar dolaşması daha akıllıca olurdu. (...) Enis Batur - Arka Kapak kitap ve kültür dergisi - Aralık 2016
İşte bu harika dostum..!
Son yıllarda Kızılay ve İHH’nın açtığı yolda irili ufaklı onlarca yardım kuruluşumuz oldu. Ülkemizin ya da dünyanın çeşitli bölgelerinde her türlü yardım ihtiyacı olan yerlere koşup ihtiyaçları gidermeye, yaraları sarmaya çalışıyorlar. Bazan küçük bir öğrenci gurubu bile kendi aralarında örgütlenip bu alanda anlamlı bir şey yapmanın kapısını tıklatıyorlar.
Son olarak Yardım Çantam isimli bir oluşum gördüm. Kendilerini şöyle ifade ediyorlar: “Tek yapmamız gereken çantamızda eldiven, bere ve atkı taşıyıp ihtiyacı olan bir çocuk görünce çıkarıp vermek.”
Biraz mevsimlik gibi gözükse de bana anlamlı geldi. Yazın da dondurma, gazoz ve yazlık şapkaya dönüşebilir çantanın içindekiler, hele insan bir yardım etmenin tadını almaya görsün.