Ne zaman İstanbul dışına çıksam bir ferahlık hissi bulduğumu düşünüyorum.
Tamam, her yerde bir Süleymaniye ile Boğaziçi ile karşılaşmıyorum ama mesele bu değil. Şehirle taşrayı kültürel havası veya tarihî/coğrafî güzelliklerinden değil, daha çok gündelik hayat göstergeleri bakımından karşılaştırdığımda şehir sahadan her zaman mağlup ayrılıyor.
İstanbul dışında zaman açık ara daha geniş ve bereketli.
Sokaklardaki araç ve yaya trafiği başlı başına başka bir hafiflik sebebi.
Beton ve binaların cesameti, taşrada henüz İstanbul kadar boğucu değil ama “ fırsat bulsak hemen yaparız” havası çok açık.
Yemeklerin lezzeti İstanbul’a göre açık ara önde ve sahici.
Çeşmeler akıyor.
Yollarda gezenler bir yabancılar topluluğu değil, herkes sık sık selamlaşıp konuşuyor.
Daha az telaş, daha yumuşak sesler, daha latif bir rüzgâr.
Daha az bedelle daha ‘insanî” bir hayat.
Bu bayram İstanbul boşaldı deniyordu ama şehirde kalan birkaç arkadaşla konuştum durum hiç de öyle değil. Özellikle toplu taşıma araçlarının ücretsiz olması sebebiyle ortaya çıkan “bayram sıkışıklığı” had safhada imiş.
Ve şimdi başlayan şehre geri dönüş harekâtının yollarda bıraktığı/bırakacağı izler…
Şehirde seçim günü yaklaşıyor.
Sorular ve cevaplarla dolu bir seçim bu.
İstanbul Türkiye’yi, Türkiye’de belirli bir coğrafyayı etkiliyor.
Başkanın şu ya da bu isim olması İstanbul’un istikametini ve yapısını ne derece etkiler bilmiyorum ama İstanbul’daki olumlu ya da olumsuz bir değişimin etkisi İstanbulla sınırlı kalmaz.
Bu yazıyı yazarken dalları arasında kırmızı kirazlar bulunan ağaç hafifçe sallanıyor. Bir teneke ustasının çekiç sesleri, uzak bir hoparlörden gelen belediye ilanı sesi, birkaç çeşit kuş sesi ve etrafa bakınca dağ görüntüleri.
Ama Anadoluda herkesin gözü İstanbul’da.
Lüzumsuz işgâller
Bir köyde veya küçük şehirde günlük hayatı zehreden antin kuntin yüzlerce şey yoktur ve gereksizdir. Büyükşehir ipin ucunun her an kaçabileceği bir kaos yumağıdır.
Sahiden hayatlarımızı nelerle meşgûl ediyoruz. Neden?
Gönül testisi kırıldı
Düğünde gelin ile damat eğlencenin doruklarını yaşarken birden ‘’şlakss’’ diye bir ses, inletiyor salonu.. meğer gelin tüm gücüyle damadın önünde testi kırıp gövde gösterisi yapıyormuş. Ne bu tantana deyip biraz derinlere indim. Çok derinlere...Ecdadımızın derinliklerine. Mevzu şöyle başlıyor:
Saliha adında küçük bir kız çeşmeden su doldurmaya giderken testisi yere düşüp kırılıyor ve ağlamaya başlıyor. O sırada padişahın hanımı sultan oradan geçerken Saliha’nın gözyaşlarını silip saraya alıyor. Sarayda gel zaman git zaman Saliha büyüyor ve şehzade II. Mustafa ile baş göz ediliyor. II. Mustafanın tahta geçmesiyle Saliha Saray’ın sultanı ve oğlu I. Mahmut’un tahtına geçmesiyle de Valide sultan olmuş oluyor...
Akıllarda tek soru ya testi kırılmasaydı? Saliha gözyaşları dökmeseydi içebilir miydik oğlunun yaptırdığı Saliha Sultan Çeşme’sinden bir bardak su…