Genç felsefeci dostumun okuyup yazdıklarına, yorumlarına bakınca öyle görünüyor. Ramazan Sarısakal’dan ve onun düşünce/sanat/felsefe bahçelerinde yaptığı gezintilerden bahsediyorum.
Felsefe, onunla süreklismeygûl beyinlerden beslendiği için mi gençtir, yoksa bazı beyinler felsefenin sayısız ping pong ve pata küt toplarıyla al takke ver külah antreman yaptıkları için mi gençtir? Yoksa ne o, ne de o mudur?
Sayısız bakış arasından kendi bakış bayrağını yükseltmek kolay bir şey değil felsefede. Her şeyden önce insanın o kadar bakış, yorum, reddetme, yok sayma, kerameti kendinden menkul düşünsel tutumlar arasında zihinsel turşuların fıçısı olması işten bile değil.
Felsefe ile uğraşmanın sonuçları hakkında birbiriyle muarız iki ana damar mı var, yoksa bana mı öyle geliyor? Her yerden felsefe mi akıyor, yoksa bir felsefeci her yere mi bakıyor? Bir bakmışsınız sessizliğin bile felsefesi var ya da sessizliğin kendisi felsefe kürsülerinden biri, ama bir bakmışsınız felsefecinin biri felsefeyi hop oturup hop kaldırarak tahkir ve tezyif etmekte.
Bitmeyen bir tartışma, geçelim. Ama geçerken İmam Gazâlî’ye, de, İbn-i Rüşt’e de, Farabî’ye de, Kant’a ve Garaudy’e de bir selam çakalım.
Ve yine gelgelelim Ramazan Sarısakal’a. Neden gelelim? Bu alandaki arı gibi çalışmalarının sonuçlarını kendine saklamayıp, bizimle de paylaşma nezaketini gösterdiği için gelelim. Gelelim ve burada biraz kalalım.
Sarısakal üçüncü kitabını yayınladı: Kintsugi adını taşıyan kitaptan önceki diğer iki kitabı ise Apophenia ve Hayalî Günlükler adını taşıyor.
Her üç kitap da yazarın felsefe ve edebiyatı merkez alarak, düşünce/sanat/sinema alanlarına dalıp çıkan sıkı denemelerden oluşuyor.
Sıkı ama sıkıcı değil Sarısakal’ın üslubu. Bizim adımıza belki de tonlarca keçiboynuzunu o çiğniyor. Bize kolay yazılmış hissi veren, ama asla öyle olmadığını bildiğimiz akıcı özü veriyor. Bir düşünürün/sanatçının ağırlık noktasını bulup, onu zihinsel akranlarının da çaprazlamalarından geçirerek berraklaştırmak öyle kolayından yapılacak işler değil.
Yalnız titiz olmak yetmez çoğu zaman, çelik gibi bir sinir ve tıkır tıkır işleyen entelektüel bir zihin de gerekir.
Her üç kitabı da Okur Kitaplığı’ndan yayınlanan Ramazan Sarısakal’ı kutluyor, sanat felsefe ve eleştiri bahçesine getirip diktiği bu üç fidan için teşekkür ediyorum. Ve sizleri onun son kitabının üç ayrı bölümünden tadımlık cümlelerle başbaşa bırakıyorum. Bu kitaptaki bakış ve yorumlar sinema okumaları üzerinden ilerliyor. Kintsugi kutaba da ismini veren kavram,samasne olduğunu açıklamayayım, zaten kitabın alt başlığında ipucu var.
*
“İnsanların ölümle karşılaşmalarını en kaba biçimde iki gruba ayırabileceğimizi düşünüyorum: İlki insanların ölüme doğru gittiklerini hissettikleri, anladıkları ânlar; ikincisi ise ölümün kendilerine doğru geldiğini hissettikleri ânlar. İnsanın ölüme doğru gittiğini hissettiği birçok ân olabilir. Saçların ağarması, tende çizgiler oluşması, çevremizdeki insanların çoluk çocuğa karışması gibi çoğaltabiliriz bu ânları. Bir de ölümün bize doğru geldiğini hissettiğimiz ânlar vardır. Ucuz atlatılan bir kaza, bir yakınımızın ölümü, ölümcül bir hastalık gibi örneğin. İlkinde çaresizlik ağır basarken, ikincisinde çaresizliğe dehşet duygusu da eşlik etmeye başlar. İlki daha çok kaygıyla ilgiliyken, ikinci durum korkuyla ilgilidir.(…)”
*
“Tarkovski’nin Ayna filmini çekerken çocukluğundaki ortamı tam oluşturabilmek adına, hem çocukluğundaki evlerinin birebir aynısını yaptırdığı hem de tarla kiralayarak o köyde artık ekilmeyen buğdayı ektirip, olgunlaşmasını beklediği anlatılır. Geçmiş sadece hatırlanan bir şey değildir aynı zamanda bulunan bir şeydir ve Tarkovski’nin yaptığı unutulan geçmişi hatırlamak değil yitirilen, kaybolan bir geçmişi aramaktır. Unutmakta psikanalist bir bakış açısıyla bizi rahatsız eden bir şeylerin etkili olduğunu söyleyebiliriz; peki yitirilen zamanda ne etkilidir? Bastıracak, baskılayacak hiçbir şey yaşamadığınız ya da bastıracak herhangi bir şeyle bağı da bulunmayan, çocukluğunuzdaki bir öğleden sonrayı neden yitirmişsinizdir?(…)”
*
“Milos Forman’ın Salieri üzerinden Mozart’ı işlediği ‘Amadeus’ filminde ‘sıradan’ insanın ıstırabı ile bir dehanın ıstırabı yan yana işlenir.
Salieri’nin soruları bellidir. Cevabını anlayamayacağım bir soruyu neden zihnimde taşıyorum, kaldıramayacağım bir farkındalık bana neden verilmiş olabilir ki, uzanamayacağım bir tat neden bana gösterilmiş olabilir ki, üzerinde ne kadar çalışsam ayağıma o kadar dolanan bu yeteneksizliğin anlamı ne, bana verilmeyecek olan şeyi bana isteten ne? ‘Tanrı’nın sesi’ olmak isteyen Salieri, ne kadar uğraşsa da ulaşamaz o sese. Hayatı yanlış yaşamak değildir Salieri’nin trajedisi, yanlış hayatı yaşamaktır... Hiç yanlış hayatı yaşadığınızla karşılaştığınız bir an oldu mu, “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” cümlesi o buz gibi etkisiyle uyandırdı mı hiç sizi?(…)