Eskiden… Eskiden diye başlayınca bir sürü şey söylemek istiyor insan. Çünkü yaşayan bir insanın şimdi artı geçmişi vardır. Şimdi artı geleceği de vardır kuşkusuz ama o bilinmeyenlerle doludur
Eskiden Elhân-ı Şita diye bir şiir yazılmıştı: Kış Ezgileri
Bir çok yere olduğu gibi İstanbul’a da iyi kar yağardı O zamanlar. Şiir çok beğenilmişti. O zamanki İstanbullular için başka kar şiirleri yazılmış ve okunmuş olsa da Elhan-ı Şita iyi bir kar yağışı gibi tuttu. Bütün karlar erise de bu şiir olduğu yerde efsunlu, romantik, etkileyici varlığıyla kalmaya devam etti.
Bu yüzden eskiden İstanbul’a ne zaman mevsimin ilk karı düşse o günkü İstanbul matbuatının hepsi Elhan-ı Şita şiirini birinci sayfadan basardı.
Hiç tahfif etmeden söylüyorum, toplumsal imtizaç budur. Düşününüz, kar yağmış ve bunun haberini bütün gazetelerde aynı ‘metin’ veriyor ve bu metin bir şiir. Bir şehirdeki coğrafî değişim şiirle paylaşılıyor ve bu bir gelenek.
Ne oldu bu geleneklere derseniz mevzû uzun. Ama histeri hâlinde, bugün bir papağana, yarın köpeğe/kediye, çocuğa eziyet haberini binlerce defa vermekle kendini görevli addeden bir matbuata denecek bir şey yok.
Kime bir şey demeli? Demeli mi? Ne anlamı var ki? Dün şehirde ilk kar tanesini gördüğüme göre en iyisi şu şiiri bir daha neşretmeli, okumalı…
Elhan-ı Şita
Bir beyaz lerze, bir dumanlı uçuş;
Eşini gaib eyleyen bir kuş
gibi kar
Geçen eyyâm-ı nevbahârı arar…
Ey kulûbün sürûd-i şeydâsı,
Ey kebûterlerin neşîdeleri,
O bahârın bu işte ferdâsı:
Kapladı bir derin sükûta yeri
karlar
Ki hamûşâne dem-be-dem ağlar!
Ey uçarken düşüp ölen kelebek,
Bir beyâz rîşe-i cenâh-ı melek
gibi kar
Seni solgun hadîkalarda arar;
Sen açarken çiçekler üstünde
Ufacık bir çiçekli yelpâze,
Nâ’şın üstünde şimdi ey mürde
Başladı parça parça pervâze
karlar
Ki semâdan düşer düşer ağlar!
Uçtunuz gittiniz siz ey kuşlar;
Küçücük, ser-sefîd baykuşlar
gibi kar
Sizi dallarda, lânelerde arar.
Gittiniz, gittiniz siz ey mürgân,
Şimdi boş kaldı serteser yuvalar;
Yuvalarda -yetîm-i bî-efgan! –
Son kalan mâi tüyleri kovalar
karlar
Ki havâda uçar uçar ağlar!
Destinde ey semâ-yı şitâ tûde tûdedir
Berg-i semen, cenâh-ı kebûter, sehâb-ı ter…
Dök ey semâ -revân-ı tabiat gunûdedir-
Hâk-i siyâhın üstüne sâfî şükûfeler!
Her şâhsâr şimdi -ne yaprak, ne bir çiçek! –
Bir tûde-i zılâl ü siyeh-reng ü nâ-ümîd…
Ey dest-i âsmân-ı şitâ, durma, durma, çek.
Her şâhsârın üstüne bir sütre-i sefîd!
Göklerden emeller gibi rîzân oluyor kar,
Her sûda hayâlim gibi pûyân oluyor kar.
Bir bâd-ı hamûşun per-i sâfında uyuklar
Tarzında durur bir aralık sonra uçarlar.
Soldan sağa, sağdan sola lerzân ü girîzan,
Gâh uçmada tüyler gibi, gâh olmada rîzân,
Karlar.. bütün elhânı mezâmir-i sükûtun,
Karlar.. bütün ezhârı riyâz-ı melekûtun…
Dök hâk-i siyâh üstüne, ey dest-i semâ dök,
Ey dest-i semâ, dest-i kerem, dest-i şitâ dök:
Ezhâr-ı bahârın yerine berf-i sefîdi;
Elhân-ı tuyûrun yerine samt-ı ümîdi! …
Cenap Şahabettin