Kasım da geçti.
Derûnunu bilemesek de biraz ağır geçti sanki bu Kasım.
Halep gelip ortasına bağdaş kurdu Acılar Meclisi’nin.
Sayılara, istatistiklere, reelpolitiklere gelmez bir acının, içimizin orasına burasına serpilmiş parçacıklarına bakıyoruz nice zamandır. Bu bakışı bir hafta öncesine uzatmak da mümkün, bir asır öncesine de.
İstanbul’un her yerine serpilmiş arapça, türkçe, kürtçe cıvıldaşan Halepli çocuklar da bu bu Acılar Meclisi’nin daimi üyesi.
Rastlarsam hep biraz konuşmaya çalışıyorum, ne konuşulabilirse işte. Sonra susuyoruz bildiğimiz lisanlarda.
İki gün önce genç bir Halepli ile, Ahmet’le tanışıp konuşmaya çalıştık biraz.
Dal gibi bir genç ama çok dalgın aynı zamanda.
Babası, annesi, ağabeyini ve daha bir kaç akrabası için ‘rahmet’ dedi.
Hepsini Halep’te kaybetmiş.
O bildiğimiz suskunluğun içinde yol alırken gözlerine baktım. Tevekkül müydü, teslimiyet mi, dünyada olup olmamanın pek de farketmediği bir bakış mı?
Peki sen nasılsın, dedim. Diyecek başka şey bulamadığım için.
‘Elhamdülillah’ dedi. Bunu yürekten söylediğini hissettim.
En son ne zaman bu kadar içten bir elhamdülillah dediğimi düşündüm. Acaba etrafımdaki birinden bu kadar içten bir ‘elhamdülillah’ı hiç duymuş muydum?
Çayının soğuduğunu gördüm Ahmet’in. Unutmuş muydu içmeyi, yoksa çay içme isteğine bile yer yok muydu bugünlerde?
Dünya buz kesmiş de ondan mıydı yoksa çayın ve her şeyin bu kadar soğuması.
Her şeyin olağanüstü fânî olduğu bir dünyada sıkı bir ‘elhamdülillah’ diyecek kadar vaktimiz ya da bilincimiz olmamışsa ne fena değil mi azizim.
Eskilerden arada bir duyduğumuz ‘elhamdülillahi alâ külli hâl’ diye başlayan ibare nerede şimdi? Kaç Ahmet kaldı şunun şurasında?
İnsan
Geçenlerde konuştuğum bir arkadaş dünyadan tamamıyla koptuğunu ve sadece deli gibi dizi izleyerek yaşamaya çalıştığını söyledi.
Ek olarak hiçbir şeye yoğunlaşamadığını, birçok şeyin anlamını kaybettiğini, binlerce tekrardan artık yorulduğunu, hayat karşısında çözüldüğünü anlattı.
Başka bir arkadaşım da iki yıl önce benzer bir süreç yaşadığını, atlatıncaya kadar kendi hücresinde yaşadığını anlatmıştı.
Bir gün de bir psikiyatr arkadaşı dinlemiştim uzun uzun. Dünya işte.
Dünyadan şeyler
Aptal sahtekârlar hapse girince akıllanmazlar. Burada aptal hapishane avukatlarına dönüşürler, sürekli dava açmaktan hoşlanan zamanı bol mahkumlara. Şu gereksiz davalar 1998’de New Yorklu tutuklular tarafından açıldı:
Bir hırsız kahvaltıda kendisine bayat turta verildiği için mahkemeye 35 bin dolarlık tazminat davası açtı.
Başka bir mahkum hücre hapsinde deodorant kullanmasına izin verilmediği için kötü muamele ve haksız ceza davası açtı.
Amerikalılar her yıl çimlerini biçmek için 2 milyar saat harcıyorlar. Hiç kimse bu işten zevk almıyor. Hepsi çim ekmeseler, biçmek zorunda kalmayacaklarını biliyor. Yine de ekmekten vazgeçmiyorlar, dolay ısıyla biçmekten de kurtulamıyorlar. Yine de Amerikalılar bu şüpheli ayrıcalık için tohumlara ve çim biçme makinalarına milyonlarca dolar harcıyorlar, tek elde ettikleri ise asla komşularınınki kadar güzel görünmeyen bir bahçe.
Gazlı meşrubatlar 1880’lerde keşfedildiğinde ilaç olarak satılıyordu. Şimdi bunları çok içen insanlar, gazlı içeceklerin yarattığı kalsiyum eksikliğini telafi etmek için ilaç kullanmak zorunda kalıyorlar. Bob Fenster- Salaklık Tarihi-Çev.: Zeynep Aksoy-Aykırı Tarih yay.