Meşru olan ihlâl ediliyor ve hakkı kaybolan bunu yeniden elde etmek için bütün enerjisini vererek mücadeleye başlıyor.
Libya sıcak örnek. Seçilmiş meşru hükümete isyan ederek katliam yapan Hafter’e kim finans ve silah sağlıyor? Sonra kimler onu hangi masalara çağırıyor? Neden, ilgili ilgisiz herkes açıktan kollarını Libya’nın içine sokuyor?
İdlip’te neden meşru olan parçalanıp herşey yerle yeksan ediliyor?
Doğunun, Ortadoğunun kader masaları hep Batıda kuruluyor.
Görünüşte bir Devletler Hukuku doktrin ve uygulama birikimi var ama sahada neler olduğunu mazlumlar iyi biliyor. Şeytanî gücün birikimi boş durmuyor ve her gün başka bir kıtada yürürlüğe giriyor. “Herkes biliyor geminin su aldığını.”
Çin, Uygurlar için uyguladığı soykırım politikalarını ayyuka çıkardı. Mevsimi olmasa da dut yemiş gibi susuyor bülbül devletler.
“Çin sarı tehlikedir” demişti Üstad çeyrek asır önce. Şimdi Çin’in Afrika dâhil her yerde kurduğu sarı koloniler, satın aldığı/ortak olduğu sarı işletmeler işaret fişekleri olarak patlayıp durmakta.
Avustralya’da ilk beşbin deve keskin nişancılar tarafından vurularak öldürüldü. Develerin su kaynaklarını kuruttuğu söylenmişti hatırlarsanız. Ama aç gün önce her yeri seller altında bırakan bir yağmur yedi Avustralya. Al sana su! Alsana! Arkasından kum fırtınası!
Evet, adalet ve iyiler; haksızlık ve kötüler kadar örgütlü değil.
Girift deyu bir saz vardı
“Adana’daki kahve”mizin konuğu bu defa Üstad Neyzen Süleyman Erguner idi.
Neyzen dedesinin ismini taşıyan ve babası da neyzen olan Süleyman Erguner Hocamız önce kendi hayatından kesitler anlattı. Çocukluğundan başlayarak kendine yoldaş ettiği ve “nây-ı şerif” dediği nefesli sazla ilgili anlattıklarını dinledik.
Sonra merhum babasının ve kendisinin Türk Müziği için muhtelif çevrelerde verdiği mücadeleyi, yaptığı çalışmaları dinledik.
Dünyanın bir çok yehrinde değişik konserler veren ve farklı orkestralarla çalışan Süleyman Beyin kardeşi Kudsi Erguner beyefendi de mâlumunuz olduğu üzere neyzen ve uzun yıllardan beri Paris’e kallavi üflemelerle bir şey söylüyor.
Ülkemizde ilk ney metodunu arabasını satarak yayınlayan Erguner,(bu kitap ilk yayınlandığı zamanlarda biraderi Kudsi Beyle imzalayıp bendenize evlerinde hediye etmişlerdi) ilginç bir şey söyledi: “Türk halk müziği, Türk sanat müziği, tasavvuf müziği diye bir şey yoktur. Bu bölücülüktür. Bunların hepsi birden Türk müziğidir.”
Yaklaşık bir buçuk saat süren sohbetin ardından Üstad enstrüman kutusunu açtı ve içinden iki mansur ney, bir de girift çıkardı. Neylerden rengi iyice koyulaşmış olanı yaklaşık 80 yıllık bir ney imiş ve dedesinden kalmış.
Hazirûna mansurlardan biriyle bir taksim yapma lütfundan sonra bizim de iştirak ettiğimiz Yahya Kemal’in sözlerinden bestelenen meşhur uşşak şarkıyı geçtik: “Ömrün şu biten neşvesi tam olsun erenler(…) Evvel giden ahbaba selam olsun erenler.”
Üstad Erguner daha sonra girift sazını eline aldı ve bazı açıklamalarda bulundu. Araştırma yaparken giriftzen Asım Beyin girift sazıyla karşılaşır ve bire bir ölçüyle bir girift açıp, onu üflemeye başlar. Ses sistemi neyden bariz farklılık gösteren ve saz heyetlerimizden sessizce kaybolan girift sazının sesini de bu vesileyle ilk defa duymuş oldum. Aşık Veysel’in “İki kapılı bir handa gidiyorum gündüz gece” türküsünü de girift eşliğinde ve yine bütün bir kahve ahalisi alenen icrâ ettik. Yazar/Neyzen Süleyman Erguner’in içten sohbet ve meşki bittiğinde geriye hoş bir sadâ kaldı.
Ve böylece rindlerin akşamına bir akşam daha eklemiş oldu.
Sonra birden Libya ve güncel gelişmelere doğru strateji yelkenleri açılıverdi. Selam Dünyalı, biz dostuz.
Telefon defterimdeki isimler
(…) Telefon rehberim hâlâ sağ; tıka basa dolu ama içinde çok az sayıda cep telefonu var. Teknolojinin sevimsiz taraflarını böyle göstermelik şeylerle kınamak bana göre değil; zaten öyle bir niyetim de yok, sırf hoşuma gitmediği için cep telefonu almadım; çocuklara gecikmesiz ve tuz biber fiyatlarla aldım ama… Cep telefonu; kısaca cep diyebilirsiniz. Cebimize tehirli de olsa biz de bir “cep” oturttuk; ufak tefek bir şey ama yine de beni kurdeşen ediyor. Sık sık unutuyorum; bulmak için, “Şu benim telefonu bir çaldırın!” yardımları alıyorum. Cebini ver, cepten ara, cebi çaldır, cebe kaydet; “cep to cep” yaşayıp gidiyoruz işte!
Farkında olmadan zaman da geçip gidiyor; hoş farkında olsan ne olacak, geri mi getireceksin! Bir de baktım ki, benim emektar telefon defterine artık ihtiyaç hissetmez olmuşum; evrensel iletişim ümmetinin(!) gönülsüz bir azası da ben olmuşum! Yok, daha neler! Böyle diyeceğinizi biliyordum ama eldeki deliller, aritmetik göstergeler maalesef öyle gösteriyor. İş telefonumu, ev telefonumu veriyorum, kesmiyor; “Cebiniz?” diyor karşımdaki, bu soru mudur, rica mıdır bilemem. İçimden “Al sana cep!” deyip, zaman katilinin numarasını vererek öz vaktime tebelleş etmiş oluyorum. Yetmiyor; size de dokunuyor mu bilmem, “Başka hattınız yok mu?” sorusu artık sık sık sinirlerimi tahriş etmeye başladı. Çileden çıksam da nezaketin hayatımı karartmasına ekser izin veriyorum. Telefon defterimi hayatımın sonuna kadar kullanmak istiyorum; beni arayanlar lütfen evden, işyerinden arasınlar; ödemeli arasınlar razıyım. Cebi kulağıma yaklaştırır yaklaştırmaz, aşırı rahatsız oluyorum; çınlama artıyor, tam da tarif edemiyorum.
(…) Niye olacak, nerden baksan otuz yılın isimleri var o defterde; o isimler, o isimler, ah o isimler!
Biliyordum başıma geleceği; bile bile sayfaları çevirmeye başladım. Kimiyle bütün ilişkiler kopmuş, kimiyle eh şöyle böyle, kiminin telefonu beş rakamlı ve çoktan değişmiş olmalı; ama o bu dünyadan göçenler yok mu, evvel gidenler, o koydu işte. Ne kadar da akran kaybetmişim; sadece akran da değil, bizden önceki kuşaktan ağır ağabeyler, akraba, eş dost... Gönlümde hâlâ “Yaşın ne, başın ne!” diye efelenen bir ses vardı, o an fısıltıya dönüştü. Bir de “cep”e baktım; eyvah ki, eyvah! Orada da aynı manzara; ne diyelim, üç-beş hanelik rakamlar kadar bile hükmümüz yok dünya derler bu fanide. Bilmiyorum ne yapmalıyım, isimleri silemem; nasıl olsa bir gün bu defter, sahibini de kaybedecektir. Cep telefonunu fazla düşünmüyorum, denize de atılabilir; ama defterimin benden sonraki akıbetine hüzünleniyorum. Berat Demirci- Bizim Sivas gazetesi
***
Not: Salı günü yayınlanan yazım sehven eski bir yazının tekrarı olarak yayınlandı. Teknik dikkatsizliğimden kaynaklanan bu hatam için özür dilerim.