Yırtıcı hayvanların gözü ufku tarayacak şekilde başın ön kısmında olurmuş; yırtıcı olmayanların gözleri ise yanlarda ve ancak belirli bir açıdan etrafı görecek şekilde.
İnsanın gözü de yırtıcılar sınıfına giriyor ve teslim edelim insan bunun hakkını ziyadesiyle veriyor. Yırtıcı hayvanların hepsinin bin yılda yaptığını, insan bazan bir günde yapabiliyor. Hiroşima’da yaptı, birinci ve ikinci dünya savaşında yaptı, Ortadoğu’da yaptı ve yapıyor.
Ortada bir anlaşmazlık, ihtilaf varsa bunun her iki taraf için de sebepleri vardır ama biliriz ki taraflardan ancak birinin sebepleri haklıdır veya daha fazla mâkuldur.
Hakikatin siyah beyaz netliğinde görülme anları her zaman mümkün olmuyor.
Bir şeye bakarken, çoğu zaman yüzeysel ya da derin sislerle kaplanmış, manipülasyonlarla grileşmiş alanlar çıkıyor karşımıza. Duygularımızı etkileyecek soslar da cabası.
Sevgisizliğimiz nefret, sevgimiz aşk derecesine ulaşmışsa hakikati görme işimiz daha zor. Çünkü aşırı sevgi ya da nefret, bir körlüğün iki ucu/gözü olabiliyor. Bu duygusal gözlüklerin arkasından baktığımız yerde hakikati görmemiz kolay değil. Bırakın hakikati gerçeği bile görmemiz şüpheli.
Mutedil olan çekilmiş gibi hayatımızdan.
Linç ya da tapınma duyguları arasında barika-i hakikat nasıl çaksın, müsademe-i efkâr nasıl gerçekleşsin.
“Anlaşma ile doğruluk” diye bir şey mümkün mü?
Bir şey ya doğrudur, ya da yanlıştır. Bize düşen doğruya uymaktır, doğruyu bize uydurmak değil. Şimdilerde câri olan dijital agoralarda herkes gerçeğin istediği kısmını bulanıklaştırıp, istediği kısmını parlattığı için; hatta dilediği her konuda istediği gibi küfür ya da yüceltmede bulunabildiği için her şey biraz çorba.
Kötücül bir pervasızlık bu.
Yıkıcı, sersemletici, insanı hâlsiz bırakan sonsuz bir saldırı odağı dijital agoralar.
Orayı kapatıp bakmamak, uzaklara gitmek (nereye!) çözüm değil.
Hakikate ulaşmak isteyenin işinin hep zor olması sebebiyle, hakikatin işi de zormuş gibi görünüyor.
Sıradan olanın altındaki sayısız nedensellik bir yana, mutedil bakıştan uzaklaşıp keskinleştikçe duygularımızla birlikte bakışımız da sertleşiyor ve “görme” yeteneğimiz zaafa uğruyor.
Körleşiyoruz ve bundan mutlu olduğumuzu bağırarak ilan ediyoruz.
Körler çarşısındaki kör ayna satıcılarına da gün doğduğu açık.
Bindik bir alamete ve gözlerimiz kapalı.
Yırtıcı mı yırtıcıyız ama. Haydi bakalım.
Anlamlar dünyasında neyi bulacak, neye toslayacağız?
Saman çöpleri
Fazıl Hüsnü’ye sordum:
-Senin Tepebaşı Bahçesi’nde Nahit Sırrı’nın ceketini yaktığını edebiyat kahveleriyle ilgili anılarımda anlatabilir miyim?
-Ben Nahit Sırrı’nın ceketini yaktım mı?
-Yaktın.
-O halde anlatacaksın.
Fazıl Hüsnü’nün bu karşılığı iki türlü alkış ister. Bir kez gelmiş geçmiş her şeyin anlatılmasından yanadır. İkincisi de, olayların, bizi yüceltecek bir yanı olmasa da, saklanmasını doğru bulmamaktadır.
Gelin görün ki, kimileri: “Her konuşulan şey, her olan şey yazıya vurulmaz” der. Bunların ilkesi şudur: “Duysan da görsen de anlatmayacaksın.”
Anıcıların, günlükçülerin çoğu bu görüşe dört elle yapışır. Bunlar gerçekleri takım taklavatıyla anlatmakla kimi çevreleri kuduz ite döndüreceklerinden, ya da dostlarının bağdaşını bozacaklarından korkarlar. Öte yandan, her şeyi bütün çıplaklığıyla anlatacaklarını söyleyenler bile ancak işlerine gelenleri anlatırlar. Gelmeyenler de bıyıklarını koç boynuzu gibi burarak, anımsamamaya çalışırlar. (..) Salâh Birsel- Kurutulmuş Felsefe Bahçesi-Sel yayıncılık