Bütün uluslar çocuklarını çok sever. Her ulusun kitaplarındaki, dillerindeki çocuk sevgisi üzerine sayısız özdeyişe bakarsanız ucu bucağı olmayan bir sevgidir bu sevgi.
Arada bir bozuk plaklar çıkıp, yaramaz çocukları yarım saat haşlamaktan filan söz etse de durum değişmez; resmî bir söylem olsa da herkes sever çocukları.
Çocukları okullara doldururuz bu sevginin bir kanıtı olarak ve bu sevgide ne kadar kararlı olduğumuzu göstermek için bunu tatiller dışında her gün, yıllarca büyük bir disiplin içinde yaparız. Sevgi ihmale gelmez.
Onları beslenmesine büyük önem veririz. Daha bebekken ağzına tıkıştırdığımız hazır mamalardan tutun, parası neyse verip her gün kanser satın alırız marketlerden. Almaz mıyız? Onkoloji servislerine bir bakmalı, kanser olma yaşı kaça düşmüş! Aa, neden acaba?
Artık köylerde de ekmek yapılmıyor. Fırınların servisleri her gün köye gelip ekmek bırakıyor. Zaten köy yok artık, hepsi birer mahalle oldu. Ne diyorduk, çocuklar diyorduk. Azaldılar. Her evde artık daha az çocuk var ve herkes onları çok seviyor. Bu sevgi o kadar boğucu ki başka bir yere gidiyor çocuklar, mesela ekrandaki “mavi balina”ya. Bir daha da geri dönmüyorlar bu bitmeyen hakikatsiz sevgiye.
En son 13 yaşında bir kız çocuğu öldü “mavi balina”dan. Daha iki gan önce de bir genç ölmek üzere sokağa fırlamıştı ki yapılan ihbar neticesinde yakalanıp hayata ‘döndürüldü.’
Eğitim şart diye diye bugünlere geldik. Şartsa ve yapılıyorsa, ya eğitimi bilmiyoruz ya da ortalıkta büyük bir sahtekârlık var.
Çocukların bazı nedenlere bağlı olarak ölüyor olmaları kesin ve olabilecek en radikal sonuç. Bu sonuca yaklaşımlar ise muhtelif derecede sakatlık içeriyor.
Yalnızca Avrupa ülkelerindeki kayıp (!) mülteci çocuklarla ilgili küçücük bilgi kırıntıları bile nasıl vahşi bir dünyada bulunduğumuzu, insan denen yaratığın raydan çıkması hâlinde hangi sınırsız canavarlıkları icra edebileceğini kafamıza kafamıza çakıyor.
Demek çocukları çok seviyorsunuz öyle mi?
Bir sorun bakalım, Londra’nın orasına burasına evsizler, yoksullar yatamasın diye çivi döşeyenleri gördükten sonra, onlar da sizi seviyor mu?
Kanatlar
Her anne-baba çocuklarına bir şey vermek ister, bazan her şeyi. Ama bunu hangi ölçüde ve doğrulukta başarabilirler, bu meçhul.
Her şeyi onların iyiliği için yaptığını söyler dururlar, ama bu hangi ölçüde gerçekleşir, bilinmez.
Hodding Carter şöyle demişti: “Çocuklarımıza vermeyi umduğumuz ikizkalıcı miras vardır. Biri kökleridir, öbürü de kanatları.”
Düşününce bulabiliriz: Bunların hangilerini verebiliyoruz? Yoksa artık hiç birini mi?
*
Çocuklar ekranlar
Çocuğu (artık bebekleri de) oyalamanın ve onların bizi rahatsız (!) etmesini önlemenin artık bilinen, yaygın ve çağdaş bir yöntemi var: Önlerine bir tablet koymak.
Peki ama bu durum neye yol açıyor? Mesela nörolojik bir zararla sonuçlanıyor mu? Bu konuda henüz kesin veriler yok. Ama bendeniz şöyle düşünüyorum: Önüne tablet konan çocuk kendi ebeveyni veya ortamdaki diğer kişilerle iletişimin dışında kalmakta, ayrıca içinde yaşadığı dil gelişimi olmak üzere, çok sayıda sosyal ayrıntıya şâhid olma fırsatını kaçırmaktadır. İnsanları bulunduğu bir ortamda ekrana arkadaşlık yapmak bir tür yabancılaşma işlemidir.
Başımıza atom bombası düştüğü gün bütün bunların ne önemi kalacak diyorsanız haklısınız tabii.
*
Söz yere düştü
Mikelenjelo MUSA heykelini yaptıktan sonra konuş artık dedi. Arkasındaki kerih ve ruhsuz kalabalığın korkunç çığlıkları ve dinmeyen sesler arasında Musa’nın sözü yere düştü. Aynı dekadanlık, aynı filistenlik, aynı bayağılık, aynı vandalizm içinde Mona Liza’nın dudakları büzülü kaldı. Ve bütün bu hunharca sesler arasında sözü yere düşen Van Gogh kendi kulağını kesti. Sesler, bağrışmalar, histeri halinde o “bir ses”in tekrarından ibaret çağrışmalar içinde son sözünü söyleyemeyen Galile Galileo yere baktı, Çiçek meydanında linç duygusu içinde toplanan kalabalığın, korkunç sesleri arasında Guardino Burina’nın kanı yere aktı ve divid kalemi ile kendi kanından söz yazdı.
Söz size :İncilin ilk ayeti,” önce söz vardı, söz her şeydi, herşey onun ile oldu ve onsuz hiçbir şey olmadı” dır, B söze ne oldu; yerini nobran bir kalabalığı, sözün üstüne saldırtan bir kişinin sesi aldı. Bu korkunç, bu acımasız, bu affetmez, son sözünüzü de yere düşüren bir ses.
Musa’nın diyemediği, İsa’nın ise dediği için çarmıha gerildiği bu söze ne oldu? Söz yere düştü ve yerini Hitler’in sesi aldı.
Haydar Yalçınoğlu
*
Patlıcan, biber, fasulye hiç pahalı değil. Mevsimsiz yeme isteğinin bedelini ödüyorsunuz sadece.