İnsanlığın ‘daha iyi bir dünya’ talebi hiç bitmiyor. Bitmez, sonu da yoktur. Fakat şimdi çıta iyice düşmüş görünüyor; “Bombalar patlamasın, ölmeyelim yeter” diyen milyonlarca insan var.
Nedir? ‘Daha kötü bir dünya’ lobisi zafer üstüne zafer mi kazanıyor?
Yunanistan ve Almanya darbeci askerleri iade etmiyor.
Hani biz Ege’de mavilikler içinde ve hani Almanya yenilince biz de yenilmiş sayılıyorduk filan.
Trump bazı Müslüman ülke vatandaşlarının Amerika’ya girişini yasakladı.
İran da buna hemen karşılık verdi, hani diplomatik derinliği yüksek bir ülke ya, onun için. Peki Suriye’de sahada bu derinliği niçin görmedik derseniz onun cevabı yok.
Rusya ve Amerika, Suriye için sümen altında anlaşmışlar mı? Çünkü iki ayrı masaymış gibi dillendirdikleri şeyler birleştiğinde tek masanın sesi oluyor. Sümen altındaki çimenlikte fillerin tepişmesi. Olan kime olacak, sır değil.
Dün sosyal medyada Esad az kalsın ölüyordu.
Biliyorsunuz sosyal medyada herkes en az bir defa ‘vaktinden önce’ ölür.
Haberlere bakılırsa Esad kendisine yapılan suikastten şimdilik yüzde 70 felçle kurtuldu. Bakınız, felçlilik oranı bile verilebiliyor, o derece ‘kesin’ bilgiler. Ama konvansiyonel medya nedense bu haberleri ‘atlamayı’ tercih etti. Demek ki işin içinde bit yenikleri var.
Geçen haftanın en dikkati câlib haberlerinden biri Sayın Cumhurbaşkanımızın “dikey değil yatay mimarî” üzerine serdettiği söylem idi, ki bu ifadelerini seslendirişi de ilk defa vâki olmuyor.
Ne var ki şehre uzaktan, yakından, her nereden baksam bunun tersini görüyorum. Kaldı ki bu sözlerin söylendiği platformun görsellerinde de kör gözüm parmağına der gibi gökdelen silüetleri yükselmekteydi.
‘Diklenmeden dik durmak’ nasıl doğru anlaşılmalı ise yatay mimarînin de ‘yatmadan’ olanını keşfedeceğiz inşaallah.
Siyasetin bir mimarîsi olduğu gibi, kuşkusuz mimarînin de bir siyaseti var. İki üstdüzey yaklaşımın birbiriyle buluşmasını umut etmekle iktifa ediyoruz şimdilik. Tabii ki ‘yıkım mimarlarını’ selamlayarak.
Umut güzel şey be kardeşim.
Sen de öyle.
“Üveysî”
“Gösterir binbir hâyâl âlemde sûret perdesi”
Hayatın olağan akışı içinde yolumuz birden kesişir onlarla. Yolculukta, çay bahçesinde, alışverişte. Onları tanıdığımızda, politika, para, şöhret hırsı vs. bir anda yitirir anlamını. Lâkin insanız nihayet; âciz varlıklar olarak hayat gailesine esir düşeriz yeniden. Bendenizin tanışmakla müşerref olduğu bu zatlardan biri de “Üveysî”dir, efendim.
***
Beyazıt’ta, eski medresede üstâd Mehmed Niyazi’nin sohbetindeyiz. Üstâd, bir ara medresenin kapısını işaret ediyor: “Şimdi, fevkalade sıradışı bir şahısla tanışacaksınız. Günde tek simitle hayatını sürdüren bir adam. Yıllardan beri günde tek simit. Üveysî olduğu söylenir.”
Kapıya bakıyoruz. Hint fakirlerini andıran, yaşlı, esmer, kavruk bir zat.
Biraz sonra Üveysî masamızda. “İçiniz daraldığında şu duayı okuyun” diye söze giriyor. Tek cümlelik bir dua. Ardından soruyor: “Biraz seyrâna ne dersiniz ?” (“seyrân” dediği, zaman ve mekan ötesi seyahat. ‘Astral seyahat’in ötesinde. Bu bahis ayrı bir fasıl; geçelim.)
***
Birkaç gün sonra eski medresedeyim. “5 Nisan krizi” patlak vermiş, dostlarımızdan derici Celal bey iflas etmiş. Hüzünleniyorum. Tevekkül gerek; lâkin insanız nihayet, içimi bir sıkıntı basıyor. Üveysînin duasını hatırlasam bu sıkıntı geçecek, diye düşünüyorum. Ama ne mümkün! Hatırlamak için kendimi zorladığımda sıkıntı daha da artıyor.
Bu eziyet sarmalı içinde kıvranırken antikacı Bayram çıkageliyor. Az sonra da Sahhaf Halil İbrahim. Bayram, yine antikacıları dolaşmış besbelli. Torbasından çıkardığı nesneleri kendine has üslubuyla tanıtıyor. “Bu paslı zincir Korkusuz Jan’ın vurulduğu zincir olup...”
Bu yeis atmosferinde dostumun bu abatrılı, sevimli üslûbundan bile rahatsız oluyorum. Beriki, bu kez torbasından paslı bir kazma çıkarıyor: “Bu kazma Ferhatın dağları deldiği kazma olup...”
Sıkıntı girdabı gitgide derinleşiyor... Şu duayı bir hatırlayabilsem!
***
Vaziyet bu minvâl üzre devam ediyor. Eziyet cenderesi artık tahammül edilemez boyutta.
...Derken, torbasından eski bir fotoğraf çıkarıyor antikacımız. Yüzyıl kadar önce çekilmiş. Galatasaray lisesine âit. Lisenin ana kapısının üstünde eski Türkçe bir ibâre. Antikacımız, sahhaf Halil ibrahim’e soruyor: “Kapının üstünde ne yazıyor acep? Sahhaf dostumuz okuyor. Arapça bir ibâre. Ardından tercüme ediyor.
“Ey kapılar açan rabbim; bana hayır kapıları aç!”
Birden rahatlıyorum, ferahlıyorum. Yeis kayboluyor, sıkıntı sona eriyor. Kapının üzerindeki yazı, üveysînin tavsiye ettiği dua!
Tesadüf diyelim, tevafuk diyelim... Böyle bir garip hadise, efendim.
Bilvesile “Üveysi’yi rahmetle yâdediyorum.
YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ