‘’Avrupa’nın ekser memleketlerinde television (uzaktan görme) neşriyatı başlamıştır. Akşam üzeri radyosunu açarak dünyanın dört tarafından gelen sesleri dinleyenler şimdi, küçük bazı ilavelerle, bu sesleri çıkaranları da görebiliyorlar. Bu suretle birkaç sene evvel tahakkuk edilemeyecek bir hayal sanılan bir şey daha hakikat olmuştur.... Yalnız şunu söyleyelim ki television aleti, bazılarının zannettikleri gibi bir düğmeye basınca dünyanın her köşesini gösteren aletler değildir...’’ yazılmış sene 1930’larda. Şimdi elimizdeki düğmeliler sayesinde dünyanın her köşesini görebiliyoruz. Demek ki zannedilenler bir gün zan olmuyormuş. O halde şimdi zannedip arkamıza yaslanalım.
İki gün önce Diyarbakır’dan Batman’a, oradan da Bitlis’e geçtim.
Batman bölgenin göç alan ve nüfusu her gün büyüyen şehirlerinden biri. Bu olayda en büyük etkenin iş imkânları olduğu söyleniyor. Şehir, dramatik biçimde geleneksel anlayıştan epey uzak biçimde yapılaşarak büyüyor.
Caddelerinde gezerken artık bir çok Anadolu şehrinde görüldüğü üzere, avm ve benzeri unsurların, çeşitli gıda zincirlerinin tabelalarına sıklıkla rastlanan bir şehir görünümünde.
Yaklaşık iki saat sürecek yolculuğumuz için Bitlis’e doğru yola koyulduğumuzda Baykan, Sason, Veysel Karani tabelalarının arasından ilerliyoruz.
Bitlis’e yaklaştığımızda sıkı bir yağmur başlıyor. Ne hikmetse önceki gelişimde de Bitlis yağmurlu idi.
Şehre girip arabadan iner inmez beni karşılayan yoğun tarihi eser bombardımanına yine zevkle yakalanıyorum. Ne var ki bu eserlerin içinde bulunduğu vaziyet epey üzücü bir görünüm arz ediyor. Şehrin içinden geçen Bitlis deresinin içi de etrafı da kirli.
Bitlis, tarihsel derinliği ve çok katmanlı kültürel geçmişi ile çok özel bir şehir. Ne var ki bu özelliğiyle paralel bir ilgiyi henüz görmemiş.
2018’de “Dere üst ıslahı” projesi için ayrılan 100 milyon liralık tahsisat, galiba henüz eylem aşamasına geçmemiş olmalı ki, geçen yıldan bu yana değişen bir şey görmedim şehirde.
Kalenin hemen altında yoğun tarihî eser ve değişik mimarî ayrıntılarla süslü şehir, benim için şimdilik toz altında kalmış mücevher gibi.
30 yıl önce Mardin’i ilk gördüğümde de çok şaşırmış ve biz böyle bir güzellikten nasıl haberdar olmayız diye hayıflanmıştım. Ama Mardin bugün bambaşka bir şehir. Değeri anlaşılmış, el atılmış ve mücevher yeniden ortaya çıkarılmış. Aynı örnekliğin Bitlis için gerçekleşmemiş olmasının anlaşılır bir yanı yok. Çünkü Bitlis Mardin’den aşağı kalır bir şehir değil. Artı olarak şehrin içinden geçen büyücek bir dereye sahip.
Beş minare’nin simgelediği câmi yanında, Evliya Çelebî’nin yazdığına göre Bitlis’te 110 adet mihrap vardır. Çelebî, bu camilerden bir kaçının Selatin Camisi olduğunu beyan eder.
Çok sayıda çayhane Bitlis’te sizi hemen her sokakta çaya davet ediyor. Esnafı güleryüzlü ve artık İstanbul’da görmeyi unuttuğumuz nezaket ve içtenliğe sahip. Lokantalarındaki yemekler leziz ve sağlıklı.
İki üç adımda bir bal, ceviz ve tütün satan dükkânlara rastlamak mümkün.
Ama işte şehrin bakımsızlığı gerçekten can yakıyor.
Bu durumun giderileceğinden, Bitlis için gecikmiş bir seferberlik başlatılacağından kuşkum yok.
Şehrin tarihi geçmişinde İskender ve hazinedarı/kölesi Bedlis de olduğu rivayet ediliyor. Farklı Beyliklere de ev sahipliği yapan şehir, bugünden bakıldığında yoğun Selçukî izlerle bezenmiş bir görüntü sunuyor.
Öyle ki Erzurum, Sivas, Konya, Kayseri, Diyarbakır’daki mimarî yapısal izlek, Bitlis’te de ziyadesiyle mevcut.
Akşam erken iniyor Bitlis’e. Yağmur hafif atıştırmayı sürdürüyor. Birbiri ardına devrilen çay bardaklarını ve beş minareli şehri hüzünle geride bırakıp yeniden Dersaadet’e çeviriyoruz yüzümüzü.
Ama aklım hep orada: Bir fırsat çıksa da Bitlis’e yeniden gitsem...