Gecenin on ikisi, bir ahbapla laflıyoruz.
İnceden üşüten rüzgârlara karşı çay bardaklarından bir savunma hattı kurmuşuz, konuşuyoruz.
Dijital dünyanın birkaç aparatının hem politik hem kişisel düzeydeki etkinliğinden söz açıldı. Birkaç bin kişilik bir etki ağının sosyal ve politik alanı nasıl kaplayıp yönlendirdiğini;
Yerel, bölgesel ya da küresel algı dalgaları, linçler, savunulan ya da saldırılan odaklar ve karşı odaklar…
Konvansiyonel akıl sınırları içinde kalınmalı mı, dijital aklın mantığını içselleştirip yola orada mı devam etmeli?
Artık hiçbir şekilde ulaşılamadığı düşünülen ve akıntının içinde sürüklendiği varsayılan genç varoluşlar sorunsalı.
Giderek herhangi bir değeri savunmanın zorluğu veya temel bir insani değere saldırıldığındaki korunaklar, şemsiyeler? “Ama zaten bu dijital alanda yeldeğirmenlerine karşı savaştan başka bir şey var mı?” sorusu.
Bir de şu mu var: Diyelim microsoft bir ülkenin işletim sisteminin fişini çekti!
Veya başkaca dijital platformların birden yok oluşu! Kaos mu doğar, bir ferahlama mı çıkar, ne olur?
Bir câmi bahçesinde başına turuncu bir şapka takmış duvar ustasının sıva çalışmalarını izlerken yeniden düşündüm bu soruları.
Eylül ayı geçiyor ama eskisi gibi mi? Bir Eylül iki defa geçebilir mi hayatımızdan, ya da biz onun içinden iki defa geçebilir miyiz? Zor, çok zor.
Gecenin üçü! En uygun zaman mıydı sahiden?
Sonra başını yastığa kor komaz uyuyan bir arkadaştan kafasını istedim: Ver biraz da biz uyuyalım.
Bir arkadaş vardı, bahçesine her mevsimde açan farklı çiçeklerden dikmişti.
Bulmalı onu, bakmalı açan çiçeklere.
Bir kahve içelim dedik
Osmanlı kahvesi en güzel burada içilir iddiasını görünce girelim dedik, kendini öven kafeye. Şimdilik her şey olması gerektiği gibi hoş geldiniz buyrun menümüz. Menü sayfa bir; ‘’Deconstructed latte’’ yok bu kahve olmaz okuyamadım bile! Sayfa iki; ‘Espresso’ bunu da geç evde bedavaya mal ederim. O zaman sayfa çevrilsin, türkçeye değil diğer sayfaya geçelim yani. ‘Ristretto Bianco’ neymiş neymiş ristritto bi... nys. Kurban olduğum Türk kahvesi sayfası nerede acaba. Çevir sayfayı kahve taşmasın ohoo. Aaaa bak şu kahve de güzele benziyor tamam ben bundan isteyeceğim dedi biri. Herkes kararlı bir şekilde kafa salladı ve garsonu çağırma kararı alındı. Birinci sipariş yüksek sesle vayt çaklıt moka oldu yüzlerimizde arkadaşımızın kahveyi doğru telaffuz etmesinin gururlu ifadesi var. Garson Vayt çaklıtçının yanındakine siz ne alırdınız diye sordu. Aynısından deyip rahat bir nefes alarak arkasına yaslandı. Alınlarda pıtır pıtır terler.... Siz hanımefendi? Ben de şundan alacağım şu işte fotoğraftaki ne kardeşim sen bana onu söyle? Caramel Macchiato efendim. Tamam ben de karamel mokii... (ses sonlara doğru kısıldı) ondan işte!
Sonra Siparişler geldi. geldi de gele gele kahvesi dibine çökmüş süt üstünde de köpük mü geldi insan şu isimleri görünce bardakta yerçekimine meydan okuyan kahve falan bekliyor. Neyse biz Türk kahvesi içecektik konu ne ara buralara geldi.
Başka bakış
Bir arkadaşım zaman zaman çeşitli mezarlıklarda uzun gezintilere çıkıyor ve şöyle diyor:
“Sık sık mezarlara gidiyor ve geziyorum. Pasaport ve vize istenmeden uzun yolculuklara çıktığımı düşünüyorum. Bir ülkede yaptığım gezintide gördüğüm şeylerden daha fazla şey görmesem bile daha çok şey hissediyorum.
Eve, uzun bir yolculuktan dönmüş gibi dönüyorum.
Yaşadığımız hayatın içi, bir mezarlığın içinden daha sönük gözüküyor.”