İslam dünyası dediğimizde artık birçoğumuzun aklına o meşhur soru hemen geliyor: Acaba içinde yaşadığımız duruma bakarak bir ‘ İslam dünyasının’ varlığından söz edilebilir mi?
Başta şiddet ve katliamlar olmak üzere bu dünyanın meselelerini konuşurken elbette düşünce alanındaki meseleler de konuşmaların, tartışmaların merkezlerinden biri hâline geliyor.
‘İslamcılık’ uzun yıllardan beri yapılan tartışmalarda, içeriden ve dışarıdan ilgililerin merkez kavramlarından biri. Bu kavrama pozitif ya da negatif yaklaşımlar aşırı bir çeşitlilik içeriyor. Yapılan analizlerin ucu bucağı yok ve pek tabii bir neticesi de yok. Geçtiğimiz yıllarda Zeytinburnu Belediyesi’nin şemsiyesi altında yapılan geniş oylumlu sempozyumda da enine boyuna masalara yatırılan İslamcılık, gün geçmiyor ki bir savunma ya da saldırı çabasının merkezinde olmasın.
Nereden geldim buraya? Şuradan:
Dün sabah kendi hâlimde otururken, kim bilir nereden gelip zuhuruyla masamızı teşrif eden dostum Savaş Barkçın’ın imzalayıp hediye etme lütfunda bulunduğu Kalbin Aklı isimli kitabın açtığım sayfasında gözüme ilişen şu cümlelerden:
“Günümüzde nasıl siyasî İslâmcılık Batı’yı hedef alıp, Batı’ya benzer bir vaziyete gelmiş ise, bu tarz sahte tasavvufçular da Allah’ın ve Rasûlullah’ın emirlerine kayıtsızlığı, ahlâkî gevşekliği meşrulaştırıyor. ‘Biz Şeriat ile bağıtlı değiliz, biz Allah’ı seviyoruz. Namaz, oruç gibi vazifeler daha O’nu sevemeyenler içindir’ diyenler başka bir itikadî sapkınlık içindedirler.
Mevlâna hazretleri, Mesnevî’nin birinci cildinde Aziz Paul’un Hazreti İsâ’nın tebliğini nasıl çarpıttığını anlatır. Bir yerlere gidip onlara ‘Allah’ın sizin ibadetinize ihtiyacı yok. O halde Allah’ı sevmek yeter’ diyen münafık Paul, başka bir beldeye gidip oradakilere de ‘Allah’ı sevmek ona ibadet etmek demektir. O halde sadece tapınmanıza bakın’ der. Böylece tevhîdi, bir bütnü parçalar. İkisi birlikte doğru olan şeyler ayrı ayrı gerçek gibi sunulunca gerçek olmaktan çıkar. Benzeri bir bölünmeyi, bugün siyasî İslamcılık ve sahte tasavvuf yapıyor. (…)
Acı gerçek şu: İki kuruşluk teknolojiye, oy verdiğimiz partiye, kitabını okuduğumuz entele güvendiğimiz kadar Allah’a güvenmiyoruz. 200 yıldır bilgimize, sermayemize, parti kadrolarımıza güvendik; ama Yaradan’a güvenmeyi pek denemedik. Sonuçta çok şeyimiz oldu; ama hâlâ kişiliğimiz ham. Çok bilenimiz, çok yazanımız, çok konuşanımız var; ama çok adam olanımız yok. “
Böyle yazıyordu o sayfada, daha başka yüzlerce şeyle birlikte. Ne yani, açmasa mıydım kitabı?
İyi günler efendim. Eğer böyle bir şey mümkünse.
Bu gece şadırvan içime aktı
“Ne testim var ne kuşlar yem / Bu gece şadırvan içime aktı.”
Osman Atilla’nın bu dizeleriyle yıllar önce tanıştım. O günden sonra daha bir sevdim şadırvanları.
Ama Bayezıt’taki o küçük şadırvanın yeri bir başka.
‘90’lı yılların başı... Çorlulu Ali Paşa Mescidi.
Bu sevimli mescidin yaşlı bir müezzini vardı. Karadeniz aksanlı bir münzevî. Bütün dünyası bu mescid. Bir küçük, sessiz dünya. Tam kırkbir yıldır.
Mescidin avlusundan revaklarla ayrılan çay bahçesi sık uğradığım bir mekandı. Yaz geceleri zaman zaman bahçeden sessizce ayrılır, arka taraftaki küçük şadırvanın başına geçerdim. Çevrede kimse olmazdı genellikle. Musluklardan birini hafiçe açar, sigara yakardım. Müezzin, mescide giren sokak kedilerini müşfik bir ses tonuyla uzaklaştırırdı. Sonra gülümseyerek yaklaşır, selam verir, “Efendi, yine açık bırakmışsın” diye musluğu yavaşça kapatır, sessizce uzaklaşırdı.
Sesi pek güzel değildi. Mûsikiye âşinâlığı yoktu. Ezan okuyuş tarzı çay bahçesindeki müşterilerin alaycı gülümseyişlerine neden olurdu.
Haberdardı bu istihzâi bakışlardan. Hüzünlenirdi. Biraz daha güzel okuyabilmek için sık sık talim ederdi. Kâni Karaca’nın kasetleriyle. Lâkin ne kadar gayret ederse etsin nâfile. Vermezse mâbud...
Bir tesellisi vardı: Oğlu.
Gün gelecek büyüyecek, babasının hayallerini gerçekleştirecek. Kimbilir belki de ‘Yeni Kâni Karaca’ olacak. Öyle bir ezan okuyacak ki çay bahçesindekiler hayranlıkla, vecd içinde kendinden geçecek.
Yıllar geçti... Mescidin caddeye bakan kapısında küçücük bir tezgah... birkaç mendil, birkaç naylon tesbih. Tezgahın başında müezzin. “Oğlan üniversiteye başladı” dedi, “harçlık göndermem gerek.”
Dört yıl kadar sonra... Yatsı vakti. Çay bahçesindeyiz.
Birden bir ezan sesi! Bu kadar mı güzel okunur!
Kani Karaca eli kulağa atmış sanki.
Merakla mescide doğru yürüdüm. Müezzin minarenin dibinde. Vecdiçinde dinliyor ezanı. Hayranlıkla. Kendinden geçmiş gibi.
Hayalleri gerçek olmuştu artık. Bu ses ‘Yeni Kâni’ ye aitti.
...
Bir TV projesi sebebiyle uzak kaldığım Bayezıt’e aylar sonra yol düşürdüm.
Müezzin üzgündü bu kez. Ağlamaklıydı:
“Gözümüm önünden gitmiyor bir türlü. ‘Yarabbi onu aldın, bâri hayâlini de al’ diye dua ediyorum” dedi.
Gözyaşlarını gizlemeye çalışarak ekledi: “Oğlan öldü.”
Ağır ağır yürüyüp gözden kayboldu.
Bayezıt’ın bir köşesinde kırkbir yıllık bir dönem sona erdi böylece.
Avludaki ağaçtan düşen bir yaprak rüzgarda savruldu. Ne şadırvanın haberi oldu ne mescidin ne de çay bahçesinin.
YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ