Ahşap sandalyelerin çevrelediği mavi kırmızı damalı örtüleri bulunan masa, içinde bulunduğu geniş kır bahçesindeki ağaçlardan kopup zemini bütünüyle kaplamış sarı yaprakların arasında adamımı ağırlamakla meşgûldü.
Bir elinden çay bardağını hiç düşürmeyen adamım, diğer eliyle de gazetelerin orasını burasını çevirerek, kırışan sayfaları düzelterek ilerliyordu bir şeyin içinde. Bazı sayfalara şöyle bir bakıp geçerek, bazı sayfalarda durarak ve bazı sayfalara hiç bakmayarak.
Garson ise adamımın biten çaylarını sürekli tazelemek dışında arada bir gazetelerin hışırtısına kapılıp bazı sayfalara şöyle bir göz kaydırmakla yetiniyordu.
Yeterince zaman geçmiş olmalı ki adamım elindeki bir tomar dağınık gazeteyi katlayıp masaya koyarken hafifçe oflayıp pufladı.
Gazete okumakla dünyadan bir günü daha gözden geçirdiğini mi düşünüyordu, yoksa dünyadan bir günü daha kaçırdığını mı, tam anlaşılamıyordu.
“Her gün dünyada olup bitenlerin tamı tamına bir gazeteye sığacak kadar olmasının tuhaflığını” düşünen başka bir adamı mı düşünüyordu yoksa?
Ve garson onca çaydan sonra evet cevabını alacağı o mutad sorusunu soruyordu: Bir kahve?
Bir kahve! Tabii ki.
Kahveden ilk yudum alınırken bir defa daha suyun, o ilk yudumdan önce mi sonra mı içileceği sorusu üzerine yapılan tartışmaların seyrini düşünüyor, sonra peki ben ne yaptım diye kendi muhasebesini yapıp gülümsüyordu adamım.
Garson onun o anda böyle için için neye gülümsediğini bir türlü çözemiyordu. Bu sebeple adamımın gülümsemesinin ardından o da bir lahza surat asarken buluyordu kendini.
Bizim dışımızı değişik aynalardan geçirerek bize ulaştıran gazeteleri katlayıp masaya koyan adamım, gazetelerin neden bir de ‘ içimiz’ muhabiri istihdam etmediğini düşünüyordu.
İçimizin Ortadoğusu yok muydu?
İçimizin Afrikası, yoksulluk çeken bölgeleri, kriz alanları, içimizin Trump’ları...
İçimizde seller, depremler, işgâller olmuyor mu yani?
İçimizde doğan ve batan güneşlerin hesabını kim bilebilir?
İçimizdeki son gelişmeleri ne yapacağız?
Gazetelere baktı adamım. Gazeteler katlanıldığı gibi, kıpırtısız öylece duruyordu. İçeriği çoktan eskimişti.
Adamımın içi ise kıpır kıpırdı bu güzel güz sabahında.
Bir çay daha istediğinde garson buna hiç şaşırmadı.
Çayı içtikten sonra içine sarılıp gitti adamım.
O ahşap sandalye, o ahşap masa, belki de o artık ahşaplaşmış bardak orada kalıp beklemeye başladı adamımı.
İnsan Devleti
Devlet, bidâyetinde bir ahlâk sözleşmesidir. Devlet o veya bu sebeple var olamasa bile bir devlet ahlâkı her zaman vardır. Biçimsel olarak devletlerçkurulur, bozulur ve yıkılabilirler. Ancak birbirini anlayan ve birbirine itimat eden en az üç insan kalıncaya kadar “devlet fikri ve ahlâkı” yeryüzünde bâkî kalır. İşte bu, derin milleti ve derin devleti teşkil eder. Bu anlamda peygamberler bir devlet şekli değil, doğrudan insanın ve toplumun rûhuna (yani siyasî akla) hitab eden bir devlet fıtratı ve ahlâkı göstermişlerdir.
Her insan özünde bir devlet adamıdır. (İA) devletin daha doğrusu rejimin adamı olmak ise, genelde bir bürokrasi ve teknokrasi yabancılaşması olarak ortaya çıkmaktadır.
Ahlâkî inlik boyutu olmayan, yani zaman ve insanla bağlarını koparmış her rejim yaşayabilmek ve kendi meşruiyetini tesis edebilmek için kurumları ya çkişileri kutsallaştıran mistifikasyonlara yönelmek durumunda kalır. Bunun abartılması durumunda benzer yöntemle muhalif grupların oluşabileceği unutulmamalıdır. Nitekim Türkiye’de ortaya çıkan FETÖ grubunun oluşum hikâyesi ve kökeni bu şekildedir.
Kuşkusuz her devletin ruhu ve geleneği vardır ama İnsan Devleti’nin özü şimdiki zamandır ve yaşayan insandır. Ölüler, sadece bıraktıkları esere göre yâd edilir. Gürsel Dönmez-Kozmik Mesele-Ötüken Yayınları