Birtakım ‘düzenlemeler’ için mahallenin berberine girdim. Tabii artık orası bir ‘kuaför’ salonu. Biraz bekledikten sonra koltuklardan birine oturmamla birlikte saçımı kesen otuzlu yaşlardaki berberden salondaki yaşlı bir amcaya şöyle bir cümleyle ateş edildi: “Trump’ın arası FBI VE CIA ile iyi değil, kolay geçmeyecek adamın işi.”
Ben ne oluyor demeye kalmadan bir koltukta oturan yaşlı amcadan cevap geldi: “Putin’e yaptıkların görmedin mi, ama adam sağduyulu davranıyor.”
Aynadan yaşlı amcaya baktım, acaba emekli bir monşer miydi? Değil.
Fakat saçlarımın orasını burasını hafiften kısaltmaya başlayan berber bir anda Fenerbahçe’nin hangi futbolcuyu alacağına dair başka bir bahse geçti. Lafa iki kişi karıştı, genç berber elinde makas ikisine birden laf yetiştirirken bana da anlamadığım tuhaf şeyler söylüyordu: “Bak abi, saçlar burada dejenerasyona uğramış, şurasını şöyle yapıyorum, burasını böyle yapıyorum, enseni de göstereyim ki beni yönlendir, biliyorsun saçı kısaltmak mümkün ama uzatamıyoruz...”
Ben tamam filan diyorum ama bu defa dolar üzerinden FED kararlarına doğru bir çıkarma yapıp Türkiye üzerinden analizlere geçen genç berber hem saçlarımı hem de kafamı karıştırmadı desem yalan olur.
Arada sosyal medyanın mekanların tanıtımı üzerindeki etkisine geçen genç berber, dışarıdan gelen bir ‘satış temsilcisi’ kıza etiket üzerinden yorum yapmasını, insanların o yorumlara bakarak davrandığını filan söyledi.
Sonra yine benim saç sakal işlerine dalarak sakalı biraz ‘ezmekten’, yüzün aşağıya doğru uzamasından bahisle yeni ahkâmlar kesti. Arada bir arkadaki küçük aynayı alıp gelerek saçımın göremediğim taraflarıyla ilgili görsel aydınlatmalarda bulunmayı ihmâl etmedi.
Limon kolonyasını yüzüme sürüp salondan ayrıldığımda yerlerin karla kaplı olduğunu yeniden müşahede ettim.
Genç berberin meteoroloji hakkındaki fikirleri ve iklimdeki mevcut vaziyetin dünya siyasetine etkileri ne idi acaba? Sorsaydım muhakkak cevabını alabileceğim bu analiz ve çözüm merkezine en kısa zamanda yeniden uğramak benim için bir vecibe oldu. Ne derler, araştırmacı gazetecilik oturduğun yerde olmuyor vesselam.
Ayılara iâde-i itibar
Önce anne ayı öldürülür. Sonra yavru ayıcık yakalanır, dibinde kızgın sac bulunan bir çukura atılır. Ayakları yanan hayvancık, çalınan def eşliğinde, acı içinde zıplamaya başlar. Sonra kuyudan çıkarılır. Dişi, tırnağı sökülür. Burnuna bir zincir takılıp, kasaba kasaba, şehir şehir gezdirilir. Yine çalınan def eşliğinde, şartlı refleksle ayaklarını kaldırıp indirir. İnsanoğlu da bu manzarayı keyifle, kahkahalarla seyreder.
Yüzyıllardır süregelen bu garip eğlenceden 80’li yılların ortalarına kadar kimi halkımız da epeyce nasiplenmiştir. Öyle ki söz konusu eğlence sokaklardan beyazperdeye, ekranlara taşınmıştır. Hattâ bu ayıcıklardan biri, dönemin en ünlü gazinosunda sahneye çıkarılmış, bu ‘sanat olayı’ basınımızın kültür-sanat sayfalarında günlerce yer almıştır.
Efendim, bugün nakledeceğimiz hâtırâ 80’li yıllara damgasını vuran bu sanat olayı ile alâkalıdır. Rivâyete göre söz konusu ayı henüz üç yaşında, 2.5 metre boyunda, 300 kilo ağırlığında güçlü kuvvetli, karizmatik bir şahsiyettir. Hemcinsleri gibi o da ‘kırk türkü’ bilmektedir. Pek tabil olarak bu türkülerin kırkı da armut üzerinedir ama varsın olsun. Zaten gazino müşterilerinin profili de hayli değişmiş, üç-beş şarkı- türkü ezberleyen solistlerin devri başlamıştır. Eh, böyle müşteriye böyle solist! (Bu durumdan rahatsız olan sanatçılar da olmuş elbette. ‘Gazinocular Kralı’nın veliahtı Sacit Aslan bu konuda aynen şöyle demektedir: “Ercüment Batanay bana serzenişte bulunarak dedi ki: Koskoca Batanay 25 bin lira alıyor, bu ayı ise 45 bin lira !”)
Sözün kısası geniş bir reklam-tanıtım kampanyasından sonra beşyüz kişilik seçkin bir davetli huzurunda sahneye çıkmış bu dev solist.
Çıkmış ama... O nefis Kayseri pastırmasının kokusunu alır almaz... Adâbı erkânı bir yana bırakıp masalara doğru taarruza geçmiş!
Ön masalarda mafya üyelerinden, hayali ihracat vurguncularından ve hızla sınıf atlamış yüksek sosyeteden oluşan seçkin sanatsever zevat bu âni taaarruza karşı koymaya kalkışmışlar. Lâkin, karşılarındaki şahsiyet, olimpiyat oyunlarına iştirak etse altın madalyaları silip süpürecek çapta! Halter, boks güreş, gülle atma, karate ,tekvando velhâsıl her nevi dövüş sporu onda!
Son çare olarak ataların sözüne kulak verip: “Dayı! Dayı!” diye tempo tutmuşlar. Hayvanlar âlemi hakkında mâlumatı olan bir kaç kişi: “Yâhu korkmayın bu ayı milleti bize benzemez. Karnı doyduktan sonra kimsenin malına canına dokunmaz” demişlerse de nafile...
Gelelim finale... Karizmatik solist ayımız hiçbir şeyi umursamamış. Önce pastımaları halletmiş. Sonra armutları, ardından da üzümleri... Karnını bir güzel doyurduktan sonra da ağır adımlarla salonu terketmiş. Eline fırsat geçmişken, üç yıldır tef eşliğinde, acılarıyla eğlenen insanoğlu denilen varlıktan intikam almayı bile düşünmemiş. “Ayılık bizde kalsın” deyip çekilmiş bir kenara!
İşbu hâtırâ ayılara iâde-i itibar ümidiyle kaleme alınmıştır efendim.
YUSUF ZİYA ADIDEĞMEZ