Bayram sabahını şairin buyurduğu gibi Süleymaniye’de dostlarla ikmal ettikten sonra İzmit üzerinden Bursa cihetine doğru yola revan oldum. Orada dahi eski bir câmi avlusunda mermer şadırvanda şakırdayan suyun gösterdiği yere doğru ilerlemeyi sürdürdüm.
İnegöl, Eskişehir, Sivrihisar, Ankara, Kırıkkale, Nevşehir, Aksaray, Niğde, Adana, Maraş, Andırın, Antep, Urfa, Diyarbakır, Mardin, Antakya, Tarsus bayramın içindeki diğer duraklarım. Bu listeye elbette dönüş yolunda beş-on şehir daha eklenecek.
Her şehirde bir kaç dostu, yârânı görmek ve sıla-i rahimin dışında hâlâ daha kendini koruyan ve kendisine uğrayanlara derunundan bir kaç şey fısıldayan şehirlerin, eserlerin, ağaçların olması ne iyi. Yüzlerde, sokaklarda, ovalarda, yollarda bayramdan bir iz bulmak ne hoş.
Ülkemizin yaşadığı olağanüstü şartlarda bile bayramın onarıcı, sevinçli rüzgârını insanlarımızda ve şehirlerimizde meydanlarda, çay bahçelerinde, evlerde ikram edilen kurban etlerinden yapılmış yemeklerde, özenle sarılmış sarmalarda, bayrama mahsus bir itina ile yapılmış baklavalarda hissetmemek mümkün değil.
Ve mümkün değil büyük acılarımızın üstüne bir tül gibi düşen bayram havasını görmemek.
Bu aziz millet hem Türkiye’de, hem de dünyanın her bölgesindeki yüzlerce noktaya gönderdiği iyilik elçileriyle Bayramı yaşıyor, yaşatıyor ve yeryüzünde elden ele ulaşan esenlik ve iyilik meşalesinin ateşini hep harlı tutuyor.
İyilik, umut, neşe ve sevinç...
Çektiğimiz bütün bireysel ve toplumsal ve tabii ki ümmet çapındaki evrensel acılara rağmen Itrî’nin tekbiriyle dünyanın her yerinde Bayramla ve kendimizle selamlaşıyoruz.
“Dünya için yeni bir iletişim denemesi
Selamün aleyküm
Aleyküm selam” şiirinde olduğu gibi selam diyoruz, bayram diyoruz, kardeş diyoruz ve sarılıyoruz.
Bilemiyorum dünya o anda kaç dakikalığına güzelleşiyor. Ama bir şekilde bir şeyler oluyor ve hayat değişiyor işte.
Burası dünya ve burası bu kadar bayım.
Ve bak geçip gitti bayram, biz yine kalamadık onunla.
Bayram, bitince nereye gider acaba? Bir mum sönünce ışığın gittiği yere mi?
Ne diyelim, yarın bayram olmadığına göre iyi bayramsızlıklar. Fena Ya Hû..
Yaşlıyım vaktim de yok
Savaştan sonra yazmaya başlayan birinin temel koşulu mutlak eşitlik koşuluydu, daha sonra bunun geçici bir koşul olduğu ortaya çıktı: Her türlü öncü hareket, yenilikçi edebiyat biçimlerine geri dönüş gülünç olurdu; ortada vatandaş diye bir şey kalmamışsa, vatandaşları korkutmak istemenin bir anlamı yok. Bugün vatandaşları yeniden korkutmanın vakti gelmiş olabilir –ancak ben bunun için çok yaşlıyım, vaktim de yok. (...)
Bir ülkenin çağdaş edebiyatı diplomatik bir üslup içinde yapılan tartışmalarla, bakan söylevleriyle, öyle üstünkörü çizilmiş bir öz portre olarak verilen ihracat ve ithalat rakamlarıyla her zaman seyahat acentelerinin reklam panolarına benzeyen bir tablo olarak gerekli olan bir tamamlama değildir.
Birisi kalkıp da De Gaulle’ün Fransa’sını onun döneminde ortaya çıkan edebiyatla karşılaştırırsa, Federal Almanya’nın çağdaş edebiyatını konut yapı istatistiklerinden ve sanayi fuarlarından oluşan iyimser portresiyle karşılaştırırsa, o zaman ‘seviye farkı’ diye adlandırılmaktan hoşlanılan bir olgu çıkmakla kalmaz yalnızca, ne olduğu anlaşılamayan dehşet verici bir boyutla da karşılaşılır. Devlet adamları sürekli gülümserler, resmî gezilerinden ‘tam bir uzlaşma sağlamış’ olarak dönerler, hava alanlarında hep aynı hediyeyi verirler: her zaman ikiyüzlülüğe dayanmayan, çoğu zamanda yalnız kar beyazı dişlerinin arkasında güçlükle gizlenilmeye çalışılan çaresizliğin, boşluğun, hiçliğin ortaya çıkış biçimi olan eleceğe güven duygusunu yansıtan o zoraki gülümseyiş. (...) Heinrich Böll- Frankfurt Dersleri-Çev.: Kasım Eğit- Can Yayınları
Siz hiç Maraş’ta keman çaldınız mı?
Yıllar önceydi, o kadar önce ki artık kişisel olarak tarihî sayılabilir. Avukatlık stajımı yapıyor, bu arada Sultanahmet’teki Adliye’ye gidip geliyordum.
Bir gün mesai saatinin bitmesine on dakika kala nefes nefese Adliye kapısına koşuyordum ki kapıda bir adam beni kolumdan tutarak durdurup ‘böyle haydut gibi nereye gidiyorsun?” dedi.
Adama baktım ve bu biraz kaba tavrına daha tepki vermeden ona şöyle bir soru sordum: “Siz hiç Maraş’ta keman çaldınız mı?”
Muhatabımın yüzü bembeyaz oldu, kolumu bıraktı ve biraz da kekeleyerek “ evet çaldım, ama siz kimsiniz?” dedi.
Bilinçaltım hızla çalışmış ve adama bu soruyu sormuştu. Maraş Musıkî Cemiyeti’nde lise yıllarımda devam ederken bu beyfendi orada keman çalardı, mesleği ise hâkimlikti.
Yıllar sonra İstanbul’da bu şekilde karşılaşmamız da çok ilginçti. Özür diledi ve beni Reisi olduğu ağır ceza mahkemesine davet etti. Şimdi kimbilir nerededir, bilemem...