Olan bir Filistin devleti.
İstanbul’daki zirveden çıkan bu karar hayırlı olsun. Türkiye’nin öncülük ettiği ve sonuçlandırdığı bu çalışmanın ileriki aşamalarında yeni diplomatik açılımlar bekleniyor.
Önceki günlerde İstanbul’da oto tamircisinin dikkati sonucu yakalanan ve içinde 60 kg yüksek etkili patlayıcı bulunan minibüsün hedefinin İstanbul’daki İslam Ülkeleri Zirve toplantısı olduğu konuşuluyor. Planlanmış bir dehşet dalgası, o minibüsün tekerinin patlaması üzerine açığa çıkmış. Her açıdan bakılabilir; kader, şu, bu.
Eylem gerçekleşseydi şu an bambaşka şeyler konuşuyor olacaktık.
Küçükçekmece’de onlarca kişiden oluşan iki gurubun silahlı çatışması sırasında oradan geçmekte olan ve her iki gurupla da bir ilgisi olmayan 16 yaşındaki bir genç, kendisine isabet eden kurşun sonucu öldü.
Ramallah’ta ise 14 yaşında bir Filistinli çocuk, tepeden tırnağa silahlı onlarca İsrail askeri tarafından elleri ve gözleri bağlanmış götürülüyordu. Nereye?
Üç binden fazla tır dolusu ağır silah ABD tarafından bölgedeki terör örgütüne verileli aylar oldu. O silahlar ne zaman kime karşı kullanılacak?
“Ehl-i Kitap” Kudüs’te kelimenin bütün anlamlarıyla “ne yapıyor?” Hangisi ‘kitabın’ hakkını veriyor, hangisi kitaba yan çiziyor?
Tarihsel olan aktüeli mi yönlendirir ve belirler, yoksa aktüel olan tarihsel olanı mı yorumlar ve değiştirir? Yoksa ne o, ne o mu?
Zulümleri ve acıları bir mola taşına koymamız lâzım. Çünkü taşınacak raddeyi aştı sanki. Alışmak duyarsızlaştırdı ve artık o ‘hissedilen bir yük’ olmaktan çıktı gibi.
‘Gibi.’
Gibi dev bir anafor artık ve onun içinde yaşıyoruz.
Tabii buna yaşamak denirse.
“KUBBEDE BİR TANBURİ”
(…) Otuz yıllık geleneğinizin mottosuna aykırı bir davranış olduğunu farkındayım. ‘’Çay parası’ vermedim, konuşma hakkım yok. ‘’Dijital tımarhane’’nin sanal mektup hizmetinden istifade ederek; utancımı hafifletmek için de, Erkan Oğur, İsmail Hakkı Değirmencioğlu Bey’lerden, ‘’Gül kızardı hicabından’’ türküsü eşliğinde, affınızı istirhâm ederek bu sanal mektubu yazıyorum.
‘’Kubbede bir tanburî’’ yazınız için de teşekkür borcum vardı, bu vesile ile ifâ etmiş olayım. Necdet Yaşar Bey’in bir Ermeninin dünyasında nasıl bir yeri vardı? Ya da Türk Mûsikisi bir Ermeni’de neye tekabül eder diye bir şeyler karalamıştım o tarihlerde. Yukarıda zikrettiğim ‘türkü’nün tedaileri yollamama mani olmuştu. Takip ettiğim başka bir gazeteden kestiğim, Necdet Yaşar Bey’in vefatına dair, Ailesi ve Kale Grubu’nun verdiği ilanın yanında, aynı tarihli yazınızı; Necdet Yaşar Bey’in elinde tanbur, icrâ-yı âhenk eylerken ki resmine tekrar baktım. Ardından yazılan üç esaslı yazıdan, ikisini, Süleyman Seyfi Öğün Bey ve Beşir Ayvazoğlu Bey’in tekrar okumama vesile olduğunuz için de teşekkür ederim.
Selam ve hürmetler,
Aram Gülmezyan.
TEKRARLAMA, GÜRÜLTÜLERİN ÖTESİNDE
(…) Elitlerin gözünde başkalarının gürültüsü, her zaman tehdit veya zarar demektir. Ve her zaman şiddettir. Bu yüzden her zaman gürültüleri susturmak, ya da en azından kontrol altına almak istemişlerdir. Özellikle de ortaya çıktığı günden bere, otomobilinkini. Halka açıldığında, tekrarlanan bir nesne olarak, otomobil şehre dayanılmaz bir gürültü getirir. Halk, artık sessizlik içinde yaşamak istemektedir. 31 Aralık 1911 tarihli kararnamenin 25. Maddesi, korna çalma zorunluluğu getirirken belirtir: “Ancak uyarıcı tarafından çıkarılan ses, yerleşim bölgelerinde yaşayanları ve yoldan geçenleri rahatsız etmeyecek ve hayvanları korkutmayacak şiddette olmalıdır. Çoksesli kornaların, sirenlerin ve düdüklerin kullanımı yasaktır.”
Gürültü gitgide daha az hoş görülmektedir. Fransa’nın Touring-Club’ü, 1928 yılında hükümetin, endüstriyel gürültülere ve trafik gürültülerine karşı global bir yasa çıkarmasını arzular. Parolası şudur: “ Her bireyin sessizliği, herkesin rahatının sigortasıdır.” 1939 yılında Fransa’da, dünyada ilk kez bir trafik kanunu gürültüye kural koyar.
Aynı dönemde Alman Radyosunun Kılavuzu’na Hitler şunları yazar: “Hoparlör olmasaydı eğer, asla Almanya’yı fethedemezdik.” Jacques Attali-Gürültüden Müziğe Çev.: Gülüş Gülcügil Türkmen Ayrıntı Yay.
ANONS
Aklın varsa büyüme!