Fransa’da olup daha henüz bitmeyenler konusunda kafalar biraz karışık. Fakat şu kesin; Durum kaotik Monsieur.
Durum aslında fosforlu yeşil renkli yeleğe, sarı yelek isminin verilmesinden başlayarak belirsizliklerle dolu.
İsyanın sebebini anlamaya çalışanlar karar veremiyor; alım gücünün düşmesi mi, genel memnuniyetsizliğin nihayet bir kıvılcımla patlaması mı, Fransız güvenlik güçlerinin kullandığı güç orantılı mı orantısız mı? Bu sorular/cevaplar Paris ve diğer şehirlerdeki olarları anlamaya yetmiyor.
İsyan yalnızca Fransa’da değil, Belçika ve Hollanda’ya da sıçradığı için nerede nasıl duracağı henüz bilinmiyor.
Fransız sağının da, solunun da, düşünsel elitlerinin de kafasının çok net olduğu söylenemez. Bu bir dip dalga mı, yoksa klasik politik argümanların toplumsal karşılıklarının artık bulunmadığı siyasal ortamların yeni lümpensiyasal filizlenme dönemi mi, göreceğiz.
Yeşiller hareketi Avrupa merkezli siyasetlerde ana akım siyaset yapma biçimleriyle bir bağ kurabilmiş, kendi anlam kökleriyle siyaset üzerinden toplumla bir etkileşim gerçekleştirebilmişti.
Yeni zamanlarda durum biraz değişti. Siyasal olarak bir öneri sunma, toplumla bağ kurma, bir siyasal hedef gibi tutumlar gözetilmeksizin daha çok bir durumu sonlandırmak, yok etmek üzerine ortaya çıkan gri oluşumlar, hareketler görüyoruz.
İnternet merkezli ve gevşek dokulu yeni bir örgütlenme modeli var artık.
İtalya’daki Beş Yıldız hareketinin kuruluş macerası ve politik figürlerine baktığımızda ayrı, Macron’un Fransa’da işbaşına geliş sürecine baktığımızda ayrı, ama işte başka bir yöndeki Sarı Yelekliler hareketine baktığımızda da kitleler harekete geçirilirken apayrı içerik ve yöntemlerle hareket ettiğini görüyoruz.
Bir şey değişmiyor ama; Vandallık bir, şiddet iki.
Maalesef Matmazel, dünyadayız ve her şeyin sizin istediğiniz gibi şekillenmesi mümkün değil.
Hegel, “Halk, devletin ne istediğini bilmeyen parçasıdır.” derken Devleti mi daha iyi tanıyordu yoksa halkı mı?
Ya D.H. Lawrence? O da normal nefes alıp verdiği bir gün şöyle demişti: “Demokrasiye şâhit oldukça ondan nefret ediyorum. Her şeyi maaşlar ve fiyatlar, elektrik ışığı ve tuvalet gibi bayağı seviyelere indirgiyor. Başka hiçbir şey yok.”
Fransızların devlet adamı C. De Gaulle’ün unutamadığım sözü şuydu: “İki yüz çeşit peyniri olan bir ülkeyi yönetmek nasıl mümkün olabilir?.”
Ama acımasız P.J. O’Rourke tabutun çivilerini çakmış gibiydi: “Fransızlar salyangoz, sümüklü böcek ve ayak kokulu peynirler yiyen kifayetsiz hanım evlatlarıdır. Kendi çocuklarını şarap içmeye zorlayan bu yüreksizler, kendi dillerinde konuşmaya çalıştığınızda bile babunlar gibi gevelerler.”
Sarı Yelekliler’in bu düşünceleri umursadığını sanmıyorum.
Napolyon da bir şey diyordu ama unutmuşum.
Tedavüle giremeyen İngiliz banknotu
Bir fotoğrafa rastladım ve siz de görün, duyun istedim;
İngilizler, Çanakkale’yi geçeceklerine inandıkları için İstanbul’da kullanmak üzere kendi paralarını da basıp yanlarında getirmişler. Ama ne kendileri ne de bu paralar geçebilmiş. Bu uygulamanın başka örneği var mı, bilemiyorum. Neyse.
Linççi Proleterler Çamdeviren elitler
Olay genellikle sosyal medyada cereyan ediyor.
Herhangi bir görüşten herhangi biri herhangi bir şey söylüyor ya da yapıyor.
Sonra devreye önce hafif dozajda bir eleştirel kötülük cümlesi giriyor. Ama bu kesinlikle bir anlama çabası ya da değerli bir uyarı cümlesi değil. Sonra başka hoşnutsuz kötülük cümleleri ekleniyor o cümleye. Sonra bazı küfür ve infaz cümleleri. Sonra gelen geçen hemen herkesin tekmelemeye başladığı aşamaya geliniyor.
Sonra aynı aşamaların tekrarlanacağı bir başka olay. Sonra bir başkası. Bakıyorsunuz aynı şey havas denilebilecek eşhas arasında da vuku buluyor. Bendenize göre bu vak’aların en yıpratıcı olanları dinî alandaki tartışmalarda yaşanıyor. Peki, mübarek olsun.
ANONS
Yarın saat 14.00’te Kilis’te üniversitede
Sezai Karakoç üzerine bir konuşma. Kaçmaz.