Dünyada olup biten her şeyin, tamı tamına bir günlük gazeteye sığacak kadar olması ne tuhaf’ diyen bir adam vardı. Adamı unuttum, sözü unutamadım.
Zekice söylenmiş sözlerden biri deyip geçemiyorum.
Olup biteni yalnızca gazeteden veya gazeteciliğin beslediği her türlü medyadan takip edenler için doğru bir söz. Ama biraz düşününce sadece bir sitede, bir sokakta, kamusal bir gündem, algı ve etki oluşturuyor. Buna mukabil, tek kişiyi ilgilendiren bir haber yine medya aracılığıyla yayıldığında o haberin öznesi olan şahıs üzerindeki yıkıcı veya yapıcı etkiyi pek ölçemiyoruz. Ölçüp de ne olacak, orası da ayrı konu.
Çeyrek asrı aşan bir süredir medya/insan etkileşimi üzerine çok sayıda kitap yazıldı. Daha çok medyanın manipülatif yönüne dikkat çekmeye çalışan yazarların kâhir ekseriyeti de medya mensubu yahut iletişim uzmanı. Medyanın günlük hayat ve yerel/küresel etkinliği arttıkça, bu etkinin arka planına ilişkin eleştiri, kritik ve hatta ifşâlar da peşpeşe yayınlanmaya başladı.
Fakat tıpkı geç gelen adalet gibi, bu ‘içeriden’ bilgiler bize ulaştığında atı alan da Üsküdar’ı geçmiş oldu. Bunu da diyelim Üsküdar medyasından ayrıca öğrendik.
Geldiğimiz noktada pek yeni bir şey yok. Şark cephesi de Garp cephesinden pek farklı değil.
“Medyaya bulaşmadan yaşayabileceğim bir yer aradım, bulamadım” diyen ahbabımı şimdi biraz daha iyi anlıyorum. Bu dostum, telefonu filan bırakmış, gidip dağ başında bir köye yerleşmiş. Ne televizyonu var evinde, ne de gazete okuyor. Radyosu da yok. Fakat her gün haberleri izleyip gelen ve kendisinden yorum almak isteyen komşusu sebebiyle istediği medyasız alanı orada da tesis edememiş. Enerjim ve umudum bitti, geri dönüp bir şey yokmuş gibi şehirde yaşamaya devam ettim” dedi.
Şimdi herkes elindeki telefon vesilesiyle dijital alanlardaki muhtelif iletişim programlarından bir veya bir kaçını kullanıp ‘kendi oluşturduğunu düşündüğü’ kişisel medyalar içinde vakit geçiriyor ve konvansiyonel medyaya göre de epey ‘taze’ haber vs ile bilgilendiğini ve medyanın istemediği etkilerinden kısmen korunduğunu düşünüyor.
İnsan! Düşünüyor işte.
NAÇİZ SÖZLERİM BİRGÜN TOPRAK OLMALI, BAŞKALARININ DEĞİL
Herkes Şeyh Galip kadar cesur olamazdı tabii ki. Bugünün gözüyle bakıldığında intihal diye adlandırılabilecek ber eylemi gerçekleştirip “Çaldımsa mirî malı çaldım,” diye meydan okuyamazdı yüzyıllara ya da ‘Trractatus’ eserinde Wittgenstein gibi “Burada yazdıklarım yeni bir şey değil, bu nedenle düşündüklerimi benden önce başkası düşünmüş müdür diye umurumda olmadığından herhangi bir kaynak bilgisi vermeyeceğim,” diyemez.
Sanıldığı gibi herkes dürüstlük yemini edip bir daha komşusunun defterlerinden çalmayacağına dair ant içmedi. Çalarken parmak izi bırakmaksızın olay mahallini terk etmenin yollarını arayıp buldular sessizce. Suçüstü yakalanma tehlikesine karşı kılıfları da hazırdı: Metinlerarasılık.
Yazarlar, başka metinlerle bir yakınlık kurarken büyük ve güçlü bir paratonerin adı oldu metinlerarasılık. Yıldırım düşmezse kimse farketmez orada olduğunu ama düşecek olursa “Ben zaten metinlerarasılık yaptım,” diyebilen ve suç sayılabilecek eylemlerini masum, hatta sanatkârane gösteren yazarlar yetişti o günden sonra. Çünkü güzele karşı duyarsız kalmak, ona sahip olma isteğine karşı koyabilmek yüzyıllar geçse de zordu. Naime Erkovan-Karabatak- Kasım-Aralık 2017
ANONS
Kuraklık artıyor, belki de kar duası lâzım.