Bazı kitaplar zihninizde lezzet bırakır. Okuduğunuza doyamazsınız, daha çok okumak, satır aralarını daha çok keşfetmek, yazdığıyla beraber yaşayan yazarını tanımak isterseniz. Bunlar genelde romanlardır. Sizi öylesine yakalarlar ki söyledikleri, okurken yaşattıkları aklınızdan çıkmaz. Ama bazen de bilimsel bir kitaptan da aynı lezzeti alabilirsiniz. Kelimeler öylesi dizilmiştir ki okuduğunuz kitap zihninizde tat bırakır.
Benim son dönemde okuduğum kitaplar arasında bu anlamda aklımda Elif Mahir Metinsoy’un Mütareke Dönemi İstanbul’unda Moda ve Kadın ile Pınar Aydoğan’ın Yunus Nadi: Kemalizmin Muhafazakar Yorumu kitapları kaldı. İlki yüksek lisans, ikincisi ise doktora tezine dayalı eserler. Birinde modaya sadece stillerin tarih boyunca değişimi olarak değil kimlik, ırk ve cinsiyet farklılıklarının sergilendiği, bedenin iktidar meselesi haline dönüştüğü bir mecra olarak bakılması gerektiği hatırlatılıyor.
İkincisinde ise modernleşme ile muhafazakarlık arasındaki ilişkiyle başlanıp Yunus Nadi’nin yazıları üstünden bir dönem Türkiye’sinin oto-portresi çiziliyor. İkisi de birkaç satırla özetlenemeyecek kitaplar, içinde çok bilgi, bol da tarih var. Buraya taşınmalarının nedeni ise akıcılıkları, kolay ve keyifle okunmaları, bilgiyi üslupla aktarmaları. Bugün değişik bir şey yapmak, tarihe farklı açıdan bakmak isterseniz ilki Libra’dan, ikincisi Alfa’dan çıkan bu kitaplar aklınızda bulunsun.
* * *
Seçiminiz Aydoğan’ın Yunus Nadi kitabı olursa, (aslında olmazsa da) Yunus Nadi’nin torunu Emine Uşaklığil’in Everest yayınlarından 2011 yılında çıkan Benim Cumhuriyetim kitabını okuyun derim. Otobiyografik özellikleri ağır basan bu kitapta Uşaklığil, Cumhuriyet gazetesi üstünden Türkiye’yi, Cumhuriyet tarihinin iki önemli ailesini bütün içtenliğiyle anlatıyor. Bir kez elinize aldığınızda bitirmeden bırakamıyorsunuz. Zihninize üslubunun lezzeti işliyor. Hala okumadıysanız ihmal etmemenizi öneririm.
Önereceğim bir başka lezzetli kitap da Stefan Zweig’in İnsanlığın Yıldızının Yükseldiği Anlar. Geçtiğimiz yıl İlknur İgan’ın çevirisiyle İş Bankası Yayınları’ndan çıkmış. Kitabın orijinal baskısının tarihi ise çok eski. Zaten Zweig daha 1942’de Avrupa’da yaşananlardan, Hitler zulmünden, Avrupa’nın boyunduruk altına alınmasından etkilenerek karısıyla birlikte intihar etmiş. Türkçeye de çevrilmiş romanları, denemeleri, bir de masamda okunma sırasını bekleyen Kendi Şiirini Yazanlar’ı var.
Zweig İnsanlığın Yıldızının Yükseldiği Anlar’ın girişinde “gerçek anlamda tarihsel bir olayın, insanlığın yazgısını değiştiren bir anın gelmesi için milyonlarca yararsız anın akıp gitmesi gerekir” diyor. Ve “tek bir evet, tek bir hayır, biraz erken davranma veya biraz gecikme bu anı yüzlerce kuşak boyunca geri dönülmez biçimde erteler ve bir bireyin, bir halkın, hatta bütün insanlığın yazgısını belirler” diye devam ediyor. Sonra da ona göre tarihin akışını değiştiren 14 olayı, başlayışını ve bitişini anlatıyor.
Zweig tarihçi değil, çok yetkin bir yazar. Okursanız ya da okuduysanız eminim siz de hak vereceksinizdir, anlattıklarının hepsinin doğru olması, tarihin tam da onun anlattığı gibi akmış olması çok zor. Ayrıca her şey bir başka şeyi tetikliyorsa başlangıç noktası olarak neyi, nereyi almamız gerekir sorusuna da cevap aramamış. Her anlattığı olayı anlatabileceği bir düzeyden başlatmış, tarihi hikayeleştirmiş, hikayesini kurgulayabileceği anı değişimin dönüşümün başlangıcı olarak kabul etmiş.
* * *
Belki de bu yüzden yazılışından 93 yıl sonra dahi zevkle okunabilecek bir metin ortaya çıkmış. Ben İnsanlığın Yıldızının Yükseldiği Anlar’ı gerçeğin bizatihi kendisi olarak değil gerçekler etrafından kurgulanmış kısa hikayeler olarak okudum. Örnek çok ama mesela Zürih Kütüphanesi’nde görevli memurun Lenin’in, o zamanki adıyla Vladimir Ilyich Ulyanov’un, 15 Mart 1917’de saat dokuz olmasına rağmen gelmemesine şaşırmasını Zweig’ın bilmesi bana imkansızmış gibi geldi.
O muhtemelen Lenin’in düzenli olarak kütüphaneye gittiğini vurgulamak için bu yöntemi seçmiş, adını dahi söylemediği anonim memurun olası düşüncesinden hareketle dünya tarihinin akışını belirleyecek bir liderin İsviçre’den ayrılışını dramatize etmiş. Lenin’in mühürlü bir trenle Almanya’yı geçişini, Almanlarla barış için uzlaşmasını, bindiği trenin Petrograd’daki Finlandiya İstasyonu’na girişini kendisinin ya da başkasının bilemeyeceği Lenin’in hissiyatıyla, daha doğrusu varsayımlarıyla, kurgusuyla anlatılmış.
İyi ki de öyle yapmış. Ortaya tarihten çok senaryosu iyi yazılmış bir anlatı, muhteşem bir eser çıkmış. Zweig kitabının bazı bölümlerinde kurgudan çok olguya da yer vermiş. İstanbul’un fethine/düşüşüne giden süreci anlatırken hislerden ziyade olaylara, diplomatik ilişkilerin seyrine, Batı-Doğu kiliseleri arasındaki görüş farklılıklarına atıfta bulunmuş. Galiba Sultan Mehmet’le empati kurma zorluğunu, kurguyla hissiyat anlatamama açığını olguya dayanarak kapatmış. Huzurlu, keyifli, bol okumalı bir hafta sonu dileğiyle…