***
Kısacası mülteciler söz konusu olduğunda Türkiye dünyaya söyleyecek sözü olan bir ülke. Ki zaten söylüyor ve eleştiriyor da. Ama benim görebildiğim kadarıyla söyledikleri gündelik siyasete endeksli kalıyor, kendi uzun erimli çıkarlarını koruyacak, sığınmacıların haklarını garanti altına alacak, gelir düzeyi yüksek ülkelerin daha fazla sorumluluk almasını sağlayacak bir uluslararası rejimin kurulmasına öncülük etmiyor. Oysa bu insan hakları eksikliklerini gidermesi, hukukun üstünlüğü konusundaki sorunlarını aşması koşuluyla Türkiye’yi dünya siyaset sahnesinde bir kez daha öne çıkartabilecek bir konu.
Joshua Craze’in Foreign Policy’de yazdığı gibi dünyanın yeni bir mülteciler sözleşmesine ihtiyacı var. Bir yanda milyonlarca insan yerinden, yurdundan edilmiş bir şekilde dolaşıyor, diğer yandan giderek artan sayıda ülke sığınmacılara, mültecilere kapısını kapatıyor. Craze salgın yüzünden, daha doğrusu salgını gerekçe göstererek 90 ülkenin iltica işlemlerini askıya aldığını söylüyor. Makalesinde uluslararası iltica rejiminin en temel ilkesi olan “non-refoulement”, yani sığınmacının zulüm gördüğü ülkeye geri gönderilmemesi prensibinin bile çiğnendiğini anlatıyor.
Gerçekten de AB ve üyesi ülkeler mülteci konusunu giderek daha fazla egemenlik ihlali olarak görüyor. Macaristan, Polonya ve İtalya’da Korona salgınından mültecileri sorumlu tutanların sayısı artıyor. ABD de sınırlarını neredeyse mühürledi. Trump bir kez daha seçilirse bu mührün Korona sonrasında bile sökülmesi kolay olmayacak. Ayrıca mültecilerin geldiği yerlere ve özellikle de inançlarına göre ayrımcılığa da uğradığı da inkâr edilemez bir gerçek. AB sorumluluklarını yerine getirmektense para vermeyi, mültecileri kendi sınırlarından uzakta tutacak ülkelerle -sözlerini yerine getirmese de- iş birliği yapmayı seçiyor.
Bu konularda çalışan genç araştırmacılardan Müge Dalkıran perspektif.online için kaleme aldığı yazısında Avrupa Komisyonu tarafından 23 Eylül’de açıklanan AB Göç ve İltica Paktı’nın da mülteciler için yeni imkanlar vadetmediğini vurguluyor. Tam tersine “Pakt” AB’nin hak temelli yaklaşımdan ne kadar uzaklaştığına, bir süredir uyguladığı göçün dışsallaştırılması politikasına devam edeceğine, otoriter rejimlerle anlaşmalar yapılacağına işaret ediyor. Ayrıca iltica talebinde bulunan kişilerin işlemleri sonuçlanana kadar gözetim altına alınmalarına imkân sağlayacak düzenlemelere kapı aralıyor.
***
Bana öyle geliyor ki 19 Aralık 2018’de BM Genel Kurul’unda kabul edilen Global Compact da mültecilerin, sığınmacıların haklarından ziyade onları kabul edebilecek ülkelerin haklarına yönelik. Göçü düzenli, düzensiz diye ikiye ayırıyor, sanki düzenli olurmuş da ev sahibi ülkeler mültecileri daha kolay kabul ederlermiş gibi bir anlayışla hareket ediyor. Getirdiği bazı kozmetik değişiklikler de pek çok imzacı ülke tarafından bağlayıcı olmamasına rağmen ne olur ne olmaz denerek şarta bağlanıyor. Yine de hedefler koyması açısından makul bir belge olduğunu kabul etmek gerek. Ancak derde deva, var olan sorunlara çözüm üretici olduğunu söylemek zor.
Türkiye isterse, dünya siyaset sahnesine yeniden pozitif bir gündemle dönmeyi arzu ederse, uluslararası mülteci rejiminin eskiyen, aksayan yönlerini gündeme getirebilir, koalisyonlar kurarak iltica etmek zorunda kalanların haklarını koruyacak düzenlemelerin yapılması için çaba harcayabilir. Krizler Türkiye’ye yük oldu fakat bize bu sorunu akademik olarak öğrenme, fiili olarak da yönetme fırsatı verdi. Devlette ve sivil toplum örgütlerinde önemli bir birikim oluştu. Başta Koç ve Bilgi olmak üzere üniversitelerin danışılabilecek merkezleri, uzmanları var. Üstelik bu konuyu çok iyi bilen, 2012-2016 arasında Türkiye’nin mülteci sorununu yöneten Fuat Oktay da Cumhurbaşkanı Yardımcısı…