Benim yaşımdakiler hatırlayacaktır bizden önceki kuşaklar, özellikle de kadınlar zamanlarının önemli bir bölümünü yiyecek hazırlamaya, yemek yapmaya ayırırlardı. Meyvelerden reçel, sütten yoğurt, yoğurttan tarhana, undan makarna, domatesten salça, etten sucuk, salatalıktan turşu ve daha pek çok yiyecek işlenerek yemek haline getirilir, olmayacağı veya bulunamayacağı zamanlar için saklanırdı. Onlardan önceki kuşakların işi çok daha zordu. Yenecek her şey eldeki birkaç cins yiyecek işlenerek elde edilirdi.
Şimdi paranız varsa, daha doğrusu kredi kartınızın limiti müsaitse bir markete gidip sizin yiyeceği yemek haline getirmek için harcadığınız emeği mali karşılığıyla içinde barındıran binlerce cins ürüne ulaşmanız mümkün. İsterseniz taze, isterseniz donmuş ya da konserve veya tütsülenmiş ya da bambaşka yöntemlerle korunup yemek haline getirilmiş yiyecekleri elinizin tek bir hareketiyle önce sepetinize, sonra da poşetinize dolduruyorsunuz.
Paranız azsa ne alacağınıza fiyatına bakarak karar veriyorsunuz, daha rahatsanız lezzetini ve sağlıklı olup olmadığını düşünüyorsunuz. Herhangi bir yumurtayı değil de organik olanı, hatta bulabilirseniz organik olduğu kadar serbest gezen tavuğun yumurtasını seçiyorsunuz. Ürünlerin üstündeki son kullanma tarihlerine, içindeki şeker ve kimyasal madde miktarlarına bakıyorsunuz. Aldığınız yiyeceğin probiyotik olup olmadığını kontrol ediyorsunuz. Donmuş, durmuş yerine taze sebzeye, meyveye yöneliyorsunuz.
* * *
Ama sonuç değişmiyor yiyecekle aranıza market raflarından, plastik poşetlerden, süslü kağıt ambalajdan başlayarak görünmez, kolay fark edilmez bir mesafe giriyor. Yakın zamanlara kadar bizler tarafından üretilen yemek, bizim olan yemek metalaşıyor ve bizden uzaklaşıyor, yabancılaşıyor, bizim olmaktan çıkıyor. Yiyeceğin yemek olmasına verdiğimiz katkı endüstrileşme, modernleşme, iş bölümü ile azaldıkça yediğimiz yemek maliyetindeki artışa rağmen değersizleşiyor.
Yabancılaşmanın en uç noktasında fast-food var. Adı hızlı olmakla birlikte aslı sabit lezzet. Dünyanın neresinde olursanız olun aynı markanın ürünlerinde aşağı yukarı aynı tadı buluyorsunuz. Hızla servis alıp, hızla çıkıyorsunuz. Yediğinizle aranızdaki tek temas elinize bulaşan yağ, mayonez ya da salça oluyor. Hamburgeriniz, yağda kızarmış tavuk ya da patatesinizle duygusal ilişki kuramıyorsunuz. Hazırlanmasından tamamen dışlanmış olduğunuz bir yiyeceği kelimenin tam anlamıyla tüketiyorsunuz.
Biraz daha iyisi esnaf lokantaları. Oralarda önceden pişirilmiş yemeklerin en azından görsel ve sözlü anlatımı var. Çoğu da hızlı servis yemeklerinden daha sağlıklı ve lezzetli. İçindeki ürünleri bilip, hatta bazen menşelerini öğrenip seçiminizi yapıyorsunuz. Yediğiniz yemekle aranızda bir şekilde bağlantı kuruyorsunuz. İspir sizin için fasulyenin ötesinde anlam ifade etmeye başlıyor, imam bayıldı dendiğinde soğan ve patlıcan aklınıza geliyor. Aşçılar, garsonlar kısa da olsa bir hikaye anlatıyor.
Yabancılaşmanın en az hissedildiği yerlerse muhtemelen şef restoranları. Oralarda daha fazla izahat, daha fazla hikaye ve daha fazla emek var. Çoğunun mutfağı açık olduğu için harcanan emeğin miktarını gözlemleme şansına da sahipsiniz. Kendinizi mekanın cazibesinden ve yanınızdakilerin etkisinden kurtarabilirseniz, yiyeceğin yemekleşme sürecine uzaktan da olsa katılabilirsiniz. Zaten servis elemanları da sundukları ürüne saygı göstermenizi sağlamak, verdiğiniz paranın karşılığını aldığınızı hissettirmek için ellerinden geleni yapıyor.
Fakat biz marketten de alsak, hızlı ya da yavaş bir restoranda da yesek yemeğin gerçek önemini, ciddiyetini kolay kolay idrak edemiyoruz. Yemek raf, seçim, lezzet ve fiyat dengesi arasına sıkışıyor. Mekanın büyüsü yemeğin özünü anlamamızı zorlaştırıyor. Birlikte olduğumuz insanlar, konuştuğumuz konular yediğimizin önüne geçiyor. Çok basit şeyleri bile göremiyoruz. Yiyecek olmadan yaşayamayacağımızı düşünemiyoruz mesela. Çünkü bizi hayatta tutanın yiyecek değil onu satın aldığımız para olduğuna inanıyoruz.
* * *
Yemekle kültür, yemekle ekoloji, yemekle tarih, yemekle siyaset arasında ilişki olabileceği de aklımıza gelmiyor. Oysa pişirme bile kendi başına bir dönüştürücü, tarihin motoru diyebileceğimiz bir eylem biçimi. Artun Ünsal’ın Everest Yayınlarından Nisan ayında çıkan kitabı İktidarların Sofrası’nda anlattığı gibi pişirme, yemek hazırlamanın ötesinde toplumu örgütlemede itici güç olmuş. Ateşin çevresinde toplanıp yemek paylaşılması, aile, grup ve klanların oluşumunu, aidiyet duygusunu, sosyal bağların kurulmasını desteklemiş. Ocak ateşi pek çok toplumda simge haline dönüşmüş, sönmemesi sağlanmaya çalışılmış.
Ünsal’ın büyük emek ve özveriyle yazdığı her satırından belli olan 832 sayfalık kitabında pişirmenin, daha doğrusu yiyeceği yemek haline getirmenin, yemeği sunmanın ve yedirmenin zamanla nasıl değiştiği anlatılmış. İçinde yemek kadar kültür, tarih, siyaset ve felsefe de var. İmparatorluk Türkiye’sini anlattığı bölüm okunmazsa olmazlar arasında. Kitap yediğimiz sırada önemini idrak edemediğimiz yemeğin bize ne denli önemli olduğunu, öneminin biyolojik varlığımızı korumanın ötesine geçtiğini vurguluyor.
Ancak yazının başındaki idrak ve yabancılaşma kısmı Ünsal’dan değil benden ve biraz da Marx’tan. İtiraf etmeliyim ki az da olsa önyargılı ve tek taraflı. İşbölümünün özgürleştirici etkisini görmezden geliyor, kadını mutfağa kapatmayı kutsar gibi duruyor. Marketin kadını özgürleştirdiğini, seçme imkanı sunduğunu dikkate almıyor. Ama nihayetinde bu bir deneme. Her şeyi tek seferde anlatması zor. Yeri de sınırlı, maksadı da. Eksik kalan yönleri, hataları mutlaka olacak, zamanla ve katkıyla düzelecek. Mutlu ve lezzetli bir tatil günü dileğiyle…