Size de olmuştur, ağzınızdan istemeden çıkan “yaşlanıyorum artık” lafına karşınızdaki estağfurullah diye cevap vermiştir. Belki kibarlığından, belki gerçekten genç gördüğünüzden yaşlılığı size yakıştıramamıştır. Ne de olsa günümüz dünyasında yaşlanmak önlenmesi gereken bir ayıptır, kimsenin yaşlanmaması gerekir. Bu yüzden de belli bir yaştan sonra yaşımızdan söz etmeyiz, yaş konusunu açmak istemeyiz. Yaşlanmayı önlemek, yaşlanıyormuş gibi görünememek için tedbir alırız.
Kremler, losyonlar kullanırız. Paramız varsa estetik cerrahiye ve yılan zehrine yatırırız. Bu yüzden de günümüzde yaşlılar daha az yaşlı görünür, sporun ve sağlık sisteminin gelişmesine, endüstrileşmesine paralel olarak gençlerle pek çok alanda yarışır. Yaşlanmamamızda tekstil endüstrisinin de katkısı büyük. Moda bizi hem yaşlanmamaya, hem de gençler gibi giyinmeye zorluyor. Bana kalırsa iyi de yapıyor. Zamanın akışına teslim olmaktansa onu kontrol etmeye çalışmak daha mantıklı.
Ama yaşlanmanın ayıp olması mantıklı değil. Yaşlanmak doğal bir süreç, direnseniz de sağlığınız yerindeyse sonuçta bir şekilde yaşlanıyorsunuz. Fauja Sing gibi 91 yaşında 2002 Londra Maratonu’nu 6 saat 45 dakikada koşsanız da fark etmiyor. 90 yaşında, hatta ondan çok daha önce yaşlı oluyorsunuz ve sayılıyorsunuz. Bazı şeyleri eskiden olduğu gibi yapamıyorsunuz, kulaklarınız daha az duyuyor, gözleriniz daha az görüyor, kaslarınız çok sıkı çalıştırsanız bile gevşiyor. Yüzünüzde kırışıklar, vücudunuzda yaşlılık belirtileri oluşuyor.
* * *
Genetik mühendisliğinde sismik bir sıçrama olmadığı sürece insanlar doğacaklar, büyüyecekler ve yaşlanacaklar. Bir şekilde de ölecekler. İsveçli Botanikçi Carl Lineaus’ün 1758’de Homo Sapiens adını verdiği türümüz binlerce yıllardır böyle var olmuş, görülebilir bir gelecekte de böyle var olacak. Yaşamın kalitesini arttırabilecek, yaşlanmayı yavaşlatabilecek, daha da uzun yaşayabilecek ama yaşadığı sürece de yaşlanacak.
Dolayısıyla yaşlı olmak, belli bir yaşı geçmek ayıp değil. Diğer yandan ayıp olmadığını anlatmak da hiç kolay değil. Alttan sürekli yeniler geliyor, kendisine her anlamda ve her alanda yer açmaya çalışıyor. Üstelik teknolojinin gelişmesi, ekonominin ziraat ve zanaattan endüstriye, sürekli yenilenen yüksek teknolojiye kayması yaşlanan üstündeki baskıyı arttırıyor. Toplumun ustaya, akil insana ihtiyacı kalmadı. Otorite ve itaat modelleri değişti.
Tarihi anlatıcıdan çok kitaplardan, bilgiyi aileden çok okullardan alıyoruz. Kaldı ki sistem de sürekli daha güçlüyü, daha kuvvetliyi tercih ediyor. Yaşlılık dünyanın pek çok yerinde aklın, bilginin, erdemin ifadesi olmaktan çıktı. Demokratik eşitlik ilkesi yaşlıların aleyhine çalışıyor. İlk isim kullanımı yaş farkını yaşlılar aleyhine ortadan kaldırıyor.
Kamusal alanda yaşa hürmet kullanılan abi, abla, dayı, amca gibi isim ekleri artık giderek daha az kullanılıyor. Kullananlar da zaten hürmetten, yüceltmekten ziyade aşağılamak, muhatabının önemini azaltmak için kullanıyor. Yaşlılara, yaşlananlara sürekli yaşlanmamaları gerektiği hatırlatılıyor.
Anthony Giddens’in Türkçeye de çevrilen kapsamlı ders kitabı Sosyoloji’de yaşlılığın ayrı bir inceleme kategorisi olarak ele alınması boşuna değil. Yaşınız ilerledikçe anlıyorsunuz ki yaşlılık üstüne yazılmış çok şey, yaşlılığı anlamaya, anlamlandırmaya çalışan çok teori var. Sosyologlar, antropologlar, iktisatçılar, tıpçılar yaşlılık üstüne önermelerde bulunmuş. Yaşlıların topluma yük olduğunu, yaşlanan nüfusun refah devletini tehdit ettiğini söylemiş.
Muhtemelen doğru da söylemişler ancak söyledikleri eksik kalmış. Her bilim dalı yaşlılığın hikayesini dışarıdan bakarak yazmaya çalışmış. Çok şey anlatılmışlar ama her soyutlamada olduğu gibi yaşlının hissini anlatının dışında bırakmışlar. Psikoloji ise hissi patoloji olarak görüp tedavi yöntemleri aramış.
Bana öyle geliyor ki bize yaşlılığı anlatacak romanlar, filmler lazım. Fakat Italo Svevo’nunki gibi geç yaşta genç kıza aşık olan, ya da Rober Haddeciyan’ınki gibi kaza geçirip yatmaya mahkum kalan yaşlıların romanları değil. Robert Redford ve Sissy Spacek’in oynadıkları Yaşlı Adam ve Silah gibi olağan dışı insanların, olağan dışı filmleri de değil.
Yaşlı insanların sıradan hikayeleri, kendilerini yaşlıyken nasıl hissettikleri gerek. Sanki biraz Diane Keaton’nın, Jane Fonda’nın, Candice Berger’in, Andy Garcia’nın oynadığı Book Club (Kitap Kulübü), Robert de Niro’nun alıp götürdüğü The Intern (Stajyer) gibi filmler. İnsanları güldürmek kadar düşünmeye, algılarıyla yüzleşmeye teşvik edenler.
* * *
60 yaş eşiğini geçmeme rağmen ben kendimi henüz yaşlı olarak görmediğim için yaşlıların ne hissettiklerini bilmiyorum. Bildiğim, hissetmemek için bakkala-markete bisikletle gittiğim, elimden geldiğince yürüdüğüm ve spor yaptığım. Gençler gibi olmasa da gençliğimdeki gibi giyindiğim, kadife ceketi bir türlü terk etmediğim. Aynaya baktığımda dökülen saçlarımı, beyazlayan sakallarımı görmemeye çalıştığım. Yetiştiremediğim, bitiremediğim işlerin peşinde sürekli bir vicdan azabıyla yaşamayı adet edindiğim.
Yaşlılık dendiğinde ise aklıma annemin son dönemleri, hastalığının hafızasını çok zorlamadığı zamanlarda anlattıkları geliyor. Aynaya baktığında kendini tanımakta zorlandığını söylediğini, saçları örgülü, Alman Lisesi üniformalı Altan’ı göremediğinden yakındığını anımsıyorum. Bir de adımı bile zor hatırlarken Lale Andersen’in Lilli Marlen şarkısını bana aksansız gibi gelen bir Almancayla söyleyebilmesini, aklının ve ruhunun 1940’lı yılların başında kalmış olmasını unutamıyorum.
Umarım birileri, mesela sözlü tarih konusunda muhteşem işler yapan Tarih Vakfı yaşlıların yaşlılık üstüne ne düşündükleri üstüne bir çalışma yapar da bireysel deneyimlerimiz ve utangaçça roman aralarına sıkıştırılmış yaşlılık anlatıları dışında elimizde derli toplu bir veri olur. Yaşlanmakta olanlar doğum günlerinde sanki pazarda satılıyormuş da iradi bir tercihle sahip oluyormuşçasına “yaş aldım” demekten kurtulur. Yaşın itibarı az da olsa iade edilir, en azından yaşlanmanın sıradan bir şey olduğu anlaşılır. Tabii okunursa ve önemsenirse. İyi ve keyifli bir tatil günü dileğiyle…