Yarın 8 Mart, Dünya, daha doğrusu Uluslararası Kadınlar Günü. İlk kez 28 Şubat 1909’da New York’ta Amerika Sosyalist Partisi tarafından kutlanmış. Bir yıl sonra Sosyalist Enternasyonel toplantısına taşınmış. 1911 yılında da Avrupa’da da kutlanan, kadınlara eşit haklar talep eden gösterilere ev sahipliği yapan bir güne dönüşmüş. Asıl şöhretini ise 8 Mart 1917’de Saint Petersburg’daki kadın tekstil işçilerinin başlattığı 1917 Bolşevik devriminden sonra kazanmış.
Devrimin ardından 8 Mart Sovyet coğrafyasında Kadınlar Günü diye ilan edilmiş, 1965’den sonra ise tatil olarak kabul edilmiş. 1960’ların sonlarından itibaren de —büyük ölçüde İkinci Kuşak Feministler sayesinde— uluslararasılaşmaya başlamış. 1975’de Birleşmiş Milletler’in 8 Mart’ı kutlanacak gün olarak kabul ettiğini, 1977’de de tüm üyelerine önerdiğini biliyoruz. Bugün 8 Mart dünyanın pek çok ülkesinde kutlanan bir gün.
* * *
Her ülke ya da örgüt kendi ihtiyaç ve beklentilerine göre bu günü kutlasa da, BM uzunca bir süredir temalar belirliyor ve kadınların erkeklerle eşit haklara kavuşmasını sağlamak amacıyla kampayalar düzenliyor. Bu yılın teması da Liderlikteki Kadınlar. Amaç kadınların siyasette, ticarette ama salgın dolaysıyla da en çok sağlık sektöründe ön plana çıkarılmalarını sağlamak, onların üstlendiği sorumlulukların önemini hatırlatmak.
Ancak pek çok benzeri gün gibi 8 Mart’ın da içi giderek boşaltılıyor. Kadınların eşit haklara sahip olması gerektiğinin altının çizildiği bir gün olmaktan uzaklaşıyor. Bir yandan pazarlama guruları tarafından metalaştırılıp satılan bir nesneye dönüştürülürken, diğer yandan da siyasi açıdan pasifize edilip kadınların hak talebinden arındırılıyor. Kadınlara hediye alınan, onların toplum ve hane halkı için yaptıklarını vurgulayan, kutsayan bir gün haline geliyor.
Oysa dünyada da Türkiye’de de kadınların onlarca sorunu var. Pek çok ülke ve iş kolunda eşit işe eşit ücret alamıyorlar. Yerel ve uluslararası çapta verdikleri uzun ve kapsamlı mücadeleye rağmen eşitlikleri hala kabullenilmiş değil. Evin ve işin yükü özellikle kırsal kesimde onların omuzlarında. Hepsinden önemlisi de sadece kadın olmalarından dolayı şiddet görüyorlar. Türkiye’de ve hemen her yerde yüzlerce, binlerce kadın yakınları tarafından öldürülüyor.
Hukuki önlemler alınsa bile zihniyet yapımız değişmediği için sorun çözülmüyor. Alınan tedbirlerde de aslında gerileme var. Türkiye’de de zemin bulan Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi tartışması Bulgaristan, Slovakya, Macaristan ve Polonya’da had safhaya ulaştı. Cinsiyetin bilimsel tanımının tetiklediği gerilim kadınların biyolojik varlığını koruma taahhüdünde bulunan bir uluslararası enstrümanın varlığını tehdit edecek düzeye geldi.
Kim ne yaparsa yapsın bizim, yani her yıl binlerce kadınını aile içi şiddete, namus cinayetine, kıskançlık kaprisine, sözde erkeklik gururuna kurban veren Türkiye’nin Istanbul Sözleşmesi’den çıkma lüksü yok. Biz çıkmayı değil tam tersine sahip çıkmayı düşünmeliyiz. Sözleşme hükümlerine uymayı özendirmeliyiz. Unutmayalım ki, bu sözleşme Türkiye’nin eseri, şekillenmesi en çok biz katkıda bulunduk ve ilk onayı da biz verip yürürlüğe koyduk.
Zaten onunla da yetinmeyip CEDAW’a ve kadın haklarına ilişkin diğer sözleşmelere de sahip çıkmamız, zihniyetimiz değiştirmeye çalışmamız gerekiyor. Ayrıca kadın erkeğin ötekisi falan da değil. Ne erkekler Mars’tan, ne de kadınlar Ay’dan geldi. Onlar bizim kadınlarımız, eşlerimiz, çocuklarımız, kardeşlerimiz, yakınlarımız, sevdiklerimiz. Erkeklerden tek farkları biyolojik özellikleri. Farklı hissediyorlarsa, biz farklı olduklarını düşünüyorsak yetiştirilme tarzımız, sosyalleştirilme süreçlerimiz yüzünden.
Umarım yarın kutlanacak 8 Mart kadın sorunlarının konuşulabildiği, biz erkeklerin bu sorunları anlamaya çalışabildiği bir gün olur. Çiçek ve hediyeler arasında, siyasetin gündelik girdabında kaybolmaz. BM’nin önemini hafiflettiği çerçevenin dışına çıkar, Covid 19 sorunsalının güncelliği içinde erimez. Gerçek sorunları konuşur, erkekler olarak eşitsizliğin, ayrımcılığın idraki içinde bir gün geçiririz.
* * *
Kabul edelim ki en bilinçlilerimiz bile en sevdiğimiz insanlara karşı uyguladığımız ayrımcılığın farkında olmuyoruz. Kadınlar hemen her zaman bizden daha çok çalışıyor, en büyük fedakarlıkları onlar yapıyor. Bizse dilimizle, bin yıllardır pekişen hegemonyamızla onları kontrol altında tutuyoruz. En iyimiz onların yaptıklarını takdir ediyor, ettiği teşekkürle kutsuyor, ama yükünü eşitlemek için teşebbüste bulunmuyor.
Bugün farklı bir şey yapmak, sorunun derinliğini görmek isterseniz Simone de Beauvoir’ın benim gençliğimde İkinci Cins, şimdilerde İkinci Cinsiyet olarak tercüme edilen 1949 tarihli kitabından başlayabilirsiniz. Beauvoir zor ve sıkıcı gelirse belki Virginia Woolf deneyebilirsiniz. Ya da en kötü olasılıkla MUBİ’deki feminist yönetmelerce çekilmiş filmlerden birini izleyebilirsiniz. O da olmadı evdeki gündelik yükü paylaşın, mesela yıkamıyorsanız bulaşık yıkayın, yapmıyorsanız ütü yapın, yerleri silin derim...