İngiliz yazar Matt Haig’in 2013’de yayınlanan, Elif Ersavcı tarafından Türkçeye çevrilen “İnsanlar” romanı okumadıysanız bir an önce okumanızı daha da iyisi Storytel veya başka bir uygulama üstünden Kubilay Tunçer’den dinlemenizi öneririm.
Haig bu kitabında çözdüğü matematik problemi nedeniyle kaçırılan bir profesörün yerine geçen, görevi çözümün başkasının eline geçmesini, dolayısıyla da insanlığın önce kendisine sonra da evrene zarar vermesini önlemek olan uzaylının gözünden bizi, yani insanlığı, daha doğrusu insanlığın genel hallerini anlatıyor.
Yazarı onu okuyucusu karşısına dünya hakkında hemen hiçbir şey bilmeden çıkartarak, elbiseden sevgiye her şeyi sorgulamasını sağlıyor. Onu bir otoyola çırılçıplak bırakıyor. Bir moda dergisinden yazdığı dili öğretiyor. Kaza geçirtiyor, polisle karşılaştırıyor, sonra da hastaneye götürerek yerine geçtiği insanın ailesiyle buluşturuyor.
Onu dünyayla tanıştırırken okuyucusunu kendisiyle yüzleşmeye, alışkanlıklarını sorgulamaya zorluyor. Tüm bunları da akıcı bir üslup ve felsefi bir serzenişle yapıyor. Araya batmayan, didaktik olmayan alıntılar serpiştiriyor. Ama Haig’in uzaylısının dünyaya uyum sağlaması hiç kolay olmuyor.
Çıplak olduğu için insanların ona tükürmesini selamlama biçimi kabul edip o da karşılaştığı insanlara tükürüyor. Başta kendi vücudu olmak üzere gördüğü tüm bedenlerden ve insan formlarından tiksiniyor. İnsanların utanma, sevme, sahip çıkma gibi hislerini anlamakta zorlanıyor.
Alışmış olduğu duygudan, histen arınmış ve sonsuzluğu yakalamış yaşam biçimiyle dünyadakini karşılaştırıyor. Tüketim toplumunu ve daha pek çok şeyi eleştiriyor. Sonunda buradaki sonlu, sınırlı ve sorunlu hayata alışıp, yok etmek amacıyla geldiği insanları sevip dünyada kalmaya, olağanüstü güçlerinden ve özelliklerinden fedakarlık etmeye karar veriyor.
“Karısı” Isobel’e aşık oluyor. “Oğlu” Gulliver’a öz babasının göstermediği şefkati gösteriyor, onu intihardan kurtarıyor. Köpekleri Newton’la aralarında özel bir ilişki doğuyor. Fakat kurgu tabii ki bu kadar tek düze ve doğrusal akmıyor. Haig araya bir ihanet, iki de cinayet sıkıştırıyor. İhanet, ihanet olduğu bilinmeden yapılsa da sonuç değişmiyor.
Eski uzaylı yeni insan Profesör Andrew Martin’i bir süre sevdiklerinden ayrı yaşamak zorunda bırakıyor. Yazarının otobiyografik özellikler taşıdığını söylediği romanda genç bir kadın, sınıftan bir öğrenci 40’larındaki hocasını baştan çıkartıyor, daha doğrusu çıkartmaya kimlik ve kişilik değişimden sonra da aynı insanla beraber olduğunu düşünerek devam ediyor.
Sorunsa Andrew’in yaşadıklarını “karısına” bakkaldan domates alma sıradanlığıyla anlatmasıyla ortaya çıkıyor. Çünkü onun evreninde, bildiği ve tanıdığı dünyasında, Vonnadoria’da yalana da, belli ki cinselliğe de gerek olmuyor.
Cinayetlerin ilkini de yine benzer bir “bilinçsizlikle”, kayıtsız bir ruh haliyle işliyor. Formülün sırrını bildiği varsayımıyla ve evreni insanlığın zulmünde kurtarmak amacıyla yerine geçtiği insanın en yakın arkadaşlarından birinin kalp krizi geçirmesini sağlıyor. Bundan da pek pişmanlık duymuyor.
İkinci cinayetinden de pişmanlık duyduğunu söylemek zor. Ancak okuyucunun da böylesi bir beklentisi olması zor. Ne de olsa maktul eski gezegeninden onun yarım bıraktığı işi tamamlamak üzere gönderilen biri. Kılıktan kılığa giriyor, “vatandaşını” dünyalı olmakla, onlar gibi düşünmeye ve davranmaya başlamakla suçluyor.
Protagonistimiz de karısı ve oğlunu korumak için onu hem bıçaklayarak, hem de kendi dünyasıyla iletişim kurduğu sol elini fırına sokarak öldürüyor. Bu kez cinayete oğlu yardım ederken, sonradan karısı da şahit oluyor. Ceset çekilerek bahçeye çıkartılıyor, orada dünyanın havası içinde dönüşmeye ve yok olmaya bırakılıyor.
Okuyucusuna yaşattığı tüm türbülanslara rağmen romanın mutlu sonla bittiğini söylemeye sanırım gerek yok. Kitabın beni en etkileyen tarafı da zaten kurgusundan ziyade dili, sorgusu, doğru diye kabul ettiğimiz varsayımları kahramanı vasıtasıyla eleştirmesi. Bir de başka dünyadan gelenleri anlatmaktan çok başka dünyadan gelenlere bizi anlattırması.
Haig alışık olduğumuzdan farklı olarak uzaylıları ne kategorik bir düşmanlığın ne de ulvi bir dostluğun simgesi haline dönüştürmüş. Onların cisimleştirilmiş biçimlerinden ziyade dünyayı algılayışlarıyla, eleştirileriyle tanıtmış. Kendi gözlemlerini bir Vonnadorialının ağzından ve aklından aktarmış. Ortaya da okunması şart bir eser çıkartmış. Vaktiniz olduğunda ihmal etmeyin derim. İyi ve huzurlu bir pazar günü dileğiyle…