Kıbrıs sorununa çözüm bulmak amacıyla Kıbrıslı Türk ve Rum toplum liderliği arasındaki ilk resmî görüşmelerin 3 Haziran 1968’de yapıldığı genel kabul gören bir anlayıştır. Bundan önce de pek çok müzakere yapılmış, garantör ülke sıfatıyla Türkiye ve Yunanistan aracılar vasıtasıyla ve hatta 1967’deki Keşan, Dedeağaç buluşmalarında olduğu gibi doğrudan da görüşmüştür.
Ancak 1963 yılı sonunda tetiklenen ve 1967’de Türkiye ile Yunanistan’ı savaşın eşiğine getiren krizden sonra 3 Haziran 1968’de iki toplum adına ilk görüşme Denktaş ve Klerides arasında gerçekleşmiş, daha sonra bu görüşmeler Ledra Palace Otel’ine, bir süre sonra da Denktaş ve Klerides’in evlerine taşınmıştır.
***
İki çocukluk arkadaşının, daha da önemlisi birbirini seven ve anlayan iki insanın samimi bir ortamda gerçekleştirdiği bu görüşmelerin sonucunu, Türk tarafı adına Denktaş’ın sergilediği uzlaşmacı tutuma ve bu tutumun Klerides tarafından olumlu bulunmasına rağmen, zamanın Cumhurbaşkanı Makarios kabul etmemiştir.
Konuyu yakından takip eden pek çok araştırmacı 1968 yılında tarihin akışını değiştirecek önemli bir fırsatın kaçırıldığı konusunda hem fikirdir. Fakat ne yazık ki çözüm için kaçırılan tek fırsat 1968 yılında yapılan görüşmelerde varılan uzlaşma değildir. En büyük fırsat 24 Nisan 2004’de yapılan referandumda Rum tarafının Annan Planı’na ezici bir çoğunlukla hayır demesi sonucunda kaçırılmıştır.
Cuma günü İstanbul Kültür Üniversitesi’ne bağlı Küresel Siyasal Eğilimler Birimi (GPoT) tarafından düzenlenen, akademisyen ve kanaat önderinin katıldığı yuvarlak masa toplantısında konuşan KKTC Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı Kudret Özersay’ın da vurguladığı gibi günümüze değin toplumlar arası görüşmelerde denenmedik yöntem kalmamıştır.
Her türlü lider her türlü çözüm yöntemini denemiş, sağda ve solda her türlü siyasi kombinasyon birbiriyle müzakere etmiştir. Mekan olarak da liderlerin yemek odalarından ara bölgedeki BM yerleşkesine, New York’tan İsviçre’nin köylerine kadar her zemin denenmiştir. Bugün taraflardan birinin müzakerecisini diğerinin yerine oturtsanız karşı tarafın pozisyonunu rahatlıkla savunabilir.
1963’den bu yana Kıbrıs sorununa çözüm bulmak için çaba harcamayan BM Genel Sekreteri yoktur. Genel Sekreterlerin özel temsilcilerinin adları bile toplumsal hafızamıza kazınmıştır. Bugün Kıbrıs sorununu biraz takip eden hemen herkes Galo Plaza’yı, Alvaro De Soto’yu hatırlar. Ancak ne bu özel temsilcilerin çabaları ne de müzakereler için harcanan onca para sorunun çözümünü getirmiştir.
6 Temmuz 2017’de Crans-Montana’da BM Genel Sekreteri Antonio Guterres’in önerileri gündeme gelmiş ama ondan da bir sonuç çıkmamıştır. Çıkacağa da hiç benzememektedir. Haziran ayı itibarıyla başlaması beklenen yeni tur görüşmelerin başarılı olma şansı ise sıfıra yakındır. GKRY Cumhurbaşkanı Anastasiadis çözümü değil bariz bir şekilde çözüm sürecinin devamını istemektedir.
Kıbrıs sorununun çözülüyormuş gibi yapılması, yakın bir gelecekte çözülecekmiş gibi davranılması Kıbrıslı Türkler dışında Rum kesimine ve pek çok uluslararası aktöre konfor alanı sağlamakta, bu sorun ve sorunun türevleriyle uğraşmak külfetinden onları kurtarmaktadır. Çözüm fikri gündemde olduğu sürece, mesela AB Doğrudan Ticaret Tüzüğü için 15 yıl önce verdiği sözü erteleyebilme imkanına sahip olmaktadır.
Toplumlararası müzakerelerin başlamasından 50 yıl sonra artık Kıbrıs sorununun bu şekilde çözülemeyeceği, farklı parametreleri masaya yatırmanın gerekli olduğu anlaşılmalı ve anlatılmalıdır. Belki de son bir denemeden sonra statükoyu değiştirmek için çaba harcamak, mesela 1964’den bu yana sürdürülen ve işlevi artık kalmamış olan UNFICYP’in (BM Barış Gücü) görevinin sonlandırılması için inisiyatif geliştirmek bir çıkış yolu olabilir.
GPoT toplantısında da gündeme geldiği gibi bu konuda 13 Kasım 2000’de Güvenlik Konseyi’nin oy birliğiyle kabul ettiği Brahimi Raporu yol gösterici mahiyettedir. Hepsinden önemlisi de UNFICYP için ayrılan mali katkının barışa çok daha acil şekilde ihtiyaç duyulan bölgelere kaydırılması önerilebilir. Kaldı ki, 1964-1974 yılları arasında olduğu gibi adada BM’yi endişelendirecek, uluslararası barış ve güvenliği tehdit edecek bir güvenlik riski de bulunmamaktadır.
***
Statükoyu sarsacak ama üstünde ciddi şekilde düşünülmesi, doğuracağı tüm muhtemel hukuki ve siyasi sonuçların hesaba katılması gereken bir başka çıkış yolu da GKRY’de diplomatik temsilcilik açmak, yani adanın bölünmüşlüğünü tarafların uzlaşıp çözüm bulacakları güne kadar tescil etmek için teşebbüse geçmektir. Bunun da hukuki/siyasi altyapısını 29 Temmuz 2005 tarihinde yapılan Ankara Antlaşması’na ilişkin protokole ek altı maddelik deklarasyonda bulmak mümkündür.
Ayrıca Brexit’ten Kıta Sahanlığına kadar pek çok konu alanı da Türkiye’ye ve Türk tarafına sorunun artık yerleşik parametreler üstünden çözülmesinin imkansız olduğunu uluslararası topluma, özellikle de Rum tarafına hatırlatma imkanı vermektedir. Dikkat etmemiz gereken zamanı ve yöntemi doğru seçmek, KKTC ile koordinasyonu sürdürmek, son çare olmadığı sürece güç kullanmaktan ve güç kullanma tehdidinde bulunmaktan kaçınmaktır…