Thucydides MÖ 460-400 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen Atinalı bir aristokrat. Peloponez Savaşları sırasında benim de hayranları arasında bulunduğum Thasos adasında strategos (general) olarak bulunmuş, Spartalıların Amphipolis şehrini ele geçirmelerine engel olamadığı gerekçesiyle de görevinden alınmış. Bazılarına göre bu yüzden, kendisine göre ise başından bu yana tuttuğu notlar nedeniyle içinde yer aldığı savaşları anlatarak önemli bir tarih çalışmasına imza atmış. Ama kimseye tuzak kurmamış.
Adının ölümünden neredeyse 25 yüzyıl sonra tuzakla birlikte anılmasını Harvardlı ve tabii ki ünlü bir hocaya, bizim kuşağın 1962 Küba Füzeleri krizi üstüne yaptığı çalışmayla tanıdığı Graham Allison’a borçlu. Allison önce 2012’de Financial Times için yazdığı bir makalede Thucydides ile tuzak kavramını bir araya getirdi, beş yıl sonra da “Destined for War” başlıklı kitabında yükselen gücün var olan hegemonla ilişkisinin yaratacağı sistemsel gerilimin savaşa yol açabileceğini söyledi. Bunu Çin ve özellikle Amerika için kaçınılması zor bir tuzak olarak niteledi.
***
Graham Allison tıpkı medeniyetlerin çatışmasını istemeyen ama dikkat edilmezse, hegemonya korunmazsa çatışılacağını iddia eden Samuel Huntington gibi istemediği bir şeyin olmaması için ülkesini uyarmakta ve tarihten seçtiği örneklerle hegemonya mücadelesi nedeniyle savaş olasılığının hiç de hafife alınamayacağını anlatmaktaydı. Her ne kadar seçtiği örnekler ve temel çıkış noktası aklı başında insanlar tarafından eleştirilse, dünyanın farklılaştığı, karşılıklı bağımlılık diye bir gerçeğin ortaya çıktığı söylense de o tezini konuştuğu her platformda savundu.
Trump yönetimindeki Amerika’nın Çin’e yaptırım uygulaması, Çin’in de karşılık vermesi Allison’un kehanetinin doğrulaması olarak görüldü. Yazdıkları daha çok önemsendi. Allison yazmasa da Amerika Çin’in yükselişini olasıdır ki kendisine tehdit görecekti. Zaten görmüştü de. Fakat Allison’nun sloganlaşan anlatısı olmasaydı Çin tehdidinin bu denli rahat meşrulaştırılması, siyaset yapımcıdan analizcisine insanların iki ülke arasında savaş çıkabileceğine böylesine kolay inanması mümkün olmazdı.
Huntington’un kehanetiyle medeniyetler geriliminin entelektüel altyapısını oluşturması gibi Allison da öngörüsüyle Amerika-Çin geriliminin düşünsel iklimini hazırladı. “Thucydides Tuzağı” görece kısa bir zaman içinde kendi gerçekliliğini yarattı. Tarihçiler, siyaset bilimcileri, hatta askerler verilen örneklerin doğru olmadığını, Thucydides’in Allison tarafından doğru anlanmadığını söylese de artık kavram stratejik zihniyetin içine sızdı, bakışı belirler hale geldi.
Thucydides ile tuzak arasındaki zihni bağlantıyı kopartmak bundan sonra hiç kolay değil. Amerikalılar Çin’e baktıklarında Atina’yı düşünecekler, akıllarına Allison’un verdiği 12’si savaşla biten 16 örnek gelecek. James Palmer’ın ya da Joseph Nye’ın eleştirilerini hatırlamayacaklar. Bana öyle geliyor ki Amerika’nın Çin’e bakışının farklılaşması artık Thucydides’i tartışılmasıyla değil ancak Çin’i tartışılması, Çin gerçeğinin anlaşılması, bu gerçekle yaşamak için çözüm yolları üretmesiyle mümkün.
PRISM Dergisinin son sayısına katkıda bulunan William Overholt gibi sağduyulu akademisyenlerin Amerika’nın Çin algısını, bakışını değiştirmekte etkili olup olamayacaklarını bilmiyoruz. Umudum ilişkilerin tek boyutlu olmadığının bir an önce görülmesi, en azından Doğu ve Güney Çin Denizindeki yetki alanları rekabetinin gerçek niteliğinin anlaşılması, Japonya’nın daha fazla kontrol talep ettiğinin, Çin’in taleplerinin uluslararası hukukla daha uyumlu olduğunun kabullenilmesi.
Makalenin tamamını özetlemem mümkün olmadığı için konuyla ilgilenlere yine bir Harvard hocası olan Overholt’u okumalarını öneririm. Ama ne onun anlattıkları ne de benim vurgulamaya çalıştığım Çin’in masum ya da mükemmel olduğu değil. Çin halkını baskı altında tutan, pek çok özgürlüğünü kısıtlayan bir devlet. Uygurları çalışma ile toplama kampı arası yerlerde nasıl bir “eğitime” tabi tutulduklarını ülke olarak pek sesimiz çıkmasa da hepimiz zaten biliyoruz.
Ayrıca eline fırsat geçirirse benzer konumdaki her ülke gibi Çin’in de dünyayı yönetmek istemeyeceğinin hiçbir garantisi yok. Nihayetinde 9.6 milyon kilometre kare yüz ölçüme sahip, yaklaşık 1.4 milyar vatandaşı olan bir ülkeden söz ediyoruz. Üstelik de zengin. Yıllar önce Deng Şiaoping’in Shenzen’de başlattığı sosyalist sistemde kapitalistleşme denemesi sayesinde yatırımın ve ticaretin merkezi haline geldi. Yeterince nükleer silahı, güçlü bir ordusu ve kıyılarını koruyabilecek donanması var. Fakat Amerika’ya meydan okumak gibi bir niyeti yok.
***
İçine dönük ve var olan uluslararası düzenden memnun. Yeter ki Amerika onu taciz etmesin ve meydan okumaya zorlamasın. Dünya da bir başka büyük savaş veya krizle karşılaşmasın. Çin’deki insan hakları ihlalleri araçsallaştırılmadan konuşulsun. Yanlış varsayımlar ve hatalı tarih yorumlarıyla insanlar ölmesin, acı çekmesin. Yeni gerilimlere, savaşlara hazırlanmak yerine olanları çözmeye çalışalım. İklim değişikliğini durduralım, refahı paylaşma yönetmeleri arayalım. İki ayrı sistemin bir arada yaşayabileceğini idrak edelim.
Bir de Thucydides’i rahat bırakalım. İyi bir tarihçi ve iyi bir yazar olarak kalsın. Öyle hatırlansın. Bizler giriş ve teori derslerinde ondan, yazdıklarından bahsedelim. Miloslular ile Atinalılar arasındaki diyalogu konuşalım. Fakat dünyaya onun 2 bin 500 yıl önce onun baktığı pencereden bakmayalım. Dünya siyasetinin, ekonomisinin ve düşüncesinin farklılaştığını görelim. İndirgemecilikten, kolaycılıktan, sloganlaşan siyaset anlatısından kaçınalım. Biraz da Alexander Wendt’in ve diğer inşacıların yazdıklarını okuyalım…