İlhan Tekeli ve Selim İlkin Türkiye’nin önde gelen iki önemli akademisyeni. İlkin’in 2017 yılındaki ölümüne değin uzun yıllar birlikte çalıştılar, bildiğim kadarıyla benim de bazılarını okuduğum detaylı araştırmalara dayanan 14 ortak kitap yazdılar. Tekeli’nin kitap sayısının 50’yi geçtiği söyleniyor, İlkin de ondan geride kalmıyor.
2013 yılında basıldıktan hemen sonra aldığım ve bir solukta okuduğum, ancak yazacağım bir yazı için şimdi bir kez daha okurken çarpıcı detaylarına takıldığım kitaplarının adı ise “Dış Siyaseti ve Askeri Stratejisiyle İkinci Dünya Savaşı Türkiye’si”, daha doğrusu üç ciltlik kapsamlı bir dönem çalışmasının ilk cildi.
Tarihi sevseniz de sevmesiniz de günümüz Türkiye’sini anlamanız için mutlaka okumanız gereken İletişim’den çıkan 669 sayfalık bir kitap. Özellikle de cumhuriyetin 100 yılının farklı açılardan muhasebesinin yapıldığı bu günlerde Türkiye’nin nereden nereye geldiğini görmeniz açısından son derece faydalı bir eser. Ayrıca okunması da hem dili, hem de sistematiği açısından kolay.
Üstelik ideoloji ya da teoriye değil veriye dayalı bir çalışma. Size tarihi nasıl algılanamız gerektiği yerine mümkün olduğunca tarihin kendisini aktarıyor. Buradakilerle yetinmemenizde, kitabı okumanızda yarar var. Boğazlardan Sovyetler’le ilişkilerin kopuşuna pek çok tartışmalı konuya, insani sorunlara değiniyor, günümüze ışık tutuyor.
Artık caydırıcı ve etkili bir silahlı güce sahip olan, kendi gemisinini, tankını, dronunu yapan, dünyanın değişik yerlerindeki ordulara eğitim veren Türkiye’nin 97 yıl önceki halini, eğitimin askeri kıyafet yerine ceviz ya da soğan kabuğuyla boyanan uzun iç çamaşırlarıyla yapıldığını okumak başlı başına ders niteliğinde.
Takip eden sayfalarda ordu, donanma ve nüvesi oluşan hava kuvvetlerinin ihtiyaçlarının karşılanması için harcanan çabaları okumak da öyle. Mesela 1925 yılında Kırıkkale’de top mermisi yapacak bir fabrikanın kurulması için Danimarka şirketi Nilsen Winter’e ihale verilirken kapasitenin günde 1500 mermi olması isteniyor fakat mali nedenlerle 500 mermi/güne razı olunuyor.
Tekeli ve İlkin bunun dahi ne denli büyük bir kapasite olduğunu göstermek için okuyucuya aynı dönemde Bulgaristan’ın 100 mermi/gün kapasiteli bir fabrika kurmaya çalıştığı örneğini veriyor. Fişek fabrikasının kuruluşunu, eski model 60 bin kadar tüfeğin 7,65 mm’den 7,90 mm’ye çıkartılması için harcanan çabaları, hava saldıralarından korunsun diye yer altına inşa edilen dizel santralını anlatıyor.
Satırlar arasında da Versay Antlaşması hükümleri nedeniyle işsiz kalmış, İstanbul’daki Harp Akademisine hoca olmuş Alman subay ve generallere, çelik dökümünde Kırıkkale’deki fabrikanın kendini aşmasına yardımcı olan eski bir Skoda ustasına, Kayseri’de kurulan uçak fabrikasına yine Almanya’dan gelen işçilere ve mühendislere rastlıyorsunuz.
1925 yılında Hollanda’dan alınan iki denizaltının Serhat Güven ve Dilek Barlas’ın yazdığı makaleye atfen gizli bir Alman fonundan 1 milyon marklık yardımla alındığını öğreniyorsunuz. 1931 yılında da İtalya’dan satın alınan iki denizaltı, üç hücumbot ve iki destroyer geliyor. Bir yıl sonra da bu ve tamir edilip hizmete yeniden alınan diğer gemilere Zafer ve Tınaztepe destroyerleri de katılıyor.
Kitapta Junker uçaklarından muhtelif antlaşma hükümlerine, Yavuz Zırhlısından Selim Sarper’e okunması gereken çok şey var. Sonunda da kapsamlı bir değerlendirme mevcut. İlkin ve Tekeli Türkiye kadar Türkiye’nin içinde yer aldığı uluslarası sistemi de anlatıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın çıkışını, seyrini ve sonucunu okuyucusuna hafife kaçmadan, bugün bazı ünlü tarihçilerimizin yaptığı gibi popülizme, genellemeye başvurmadan aktarıyor.
Umarım onların başlattığı gelenek hem işbirliği hem de çalışmanın derinliği anlamında sürer, gelecek kuşaklar da ele aldıkları konuları böylesine kapsamlı inceler. Akademik ilerleme ve okulda kalmanın şekil şartlarını yerine getirmek, kimsenin okumayacağı ve yararlanmayacağı makaleler yerine İlkin ve Tekeli gibi kalıcı eserler üretirler. Onların açtığı yoldan yürürler.
Doğrusu ben umutluyum. Çok yetenekli ve çalışkan genç akademisyenler var. Bunu yakın çevremdeki meslektaşlarım için de, doçentlik ve profesörlük değerlendirmesi yaptığım çoğu akademisyen için de söyleyebilirim. Zaten benim kuşağımdan da alanında yetkin ve etkili olan, dünya çapında tanınan pek çok isim çıktı. Bundan sonra da mutlaka olacaktır.
Yeter ki onlar abartılı ders yükleri altında ezilmesin, sıradan bir hayat sürmelerini bile imkansız kılan maaşları yüzünden başka işlere yönelmesin. Üslerine daha fazla baskı gelmesin, kitap editörlüğü yapmaları izne tabi hale getirilmesin. YÖK akademik özgürlükleri kısıtlayacağına genişletsin, özellikle vakıf üniversitelerinde çalışanların özlük haklarını korusun.
Bir de akademik çalışmaya daha fazla kaynak aktarılsın, her şey TÜBİTAK’tan beklenmesin, üniversite yönetimleri bütçelerinin belli bir kısmını amasız, fakatsız araştırmaya ayırsın, bina ve eşya kadar akademik çalışmaya da para versin. Akademisyenler mesleki toplantılara, sempozyumlara daha çok katılsın, uçak biletini nasıl öderim diye düşünmesin…