Türkiye’de çok iyi tarihçiler ve çok da iyi tarih dergileri var. Ben üç dergiyi elimden geldiğince takip etmeye, mümkün olduğunca okumaya çalışıyorum. En yakından takip ettiğim Toplumsal Tarih. Abone olduğum için her ay düzenli geliyor. Hemen her zaman da çarpıcı dosya konularıyla çıkıyor. Geçen ay 200. yıldönümü nedeniyle Anna Vakali editörlüğünde Yunan İhtilali işlenmişti, bu ay da 50. yılı münasebetiyle Elçin Macar editörlüğünde 12 Mart.
#Tarih dergisinin son sayısında ise İstanbul Sözleşmesi’nden yola çıkılarak kadının kurtuluş savaşı dosya, dolayısıyla da kapak konusu olmuş. Özgün Uçar’ın ilkleri anlattığı, Türkiye’deki feminist hareketin geçmişine ışık tuttuğu derleme yazısı okunmayı fazlasıyla hakkediyor. Biraz daha yakın geçmiş Deniz Kaynak tarafından işlenmiş, geçmiş geleceğe ve İstanbul Sözleşmesi’ne bağlanmış.
hhh
Dergiyi alırsanız ya da benim gibi telefon, tablet uygulamaları üstünden indirirseniz hayatını kadınların eşit haklara kavuşmasına adamış Mısırlı feminist Neval El Seddavi’yi anma yazısını da kaçırmayın derim. Ayrıca #Tarih’te Enis Batur’un maceraya yürüyen evleri -yani karavanları- 1920’lerden başlayarak analiz eden yazısı, Toplumsal Tarih’te Ayhan Aktar’ın geçtiğimiz ay kaybettiğimiz Mehmet Genç’li anıları okunmazsa olmazlar arasında.
Üçüncü dergim Atlas Tarih’in Nisan-Mayıs sayısının kapak konusu “Cephe Gerisinde Kalanlar”. Birinci Dünya Savaşı’nın Türkiye’ye getirdiği yıkım, orduyu beslemek için sivil halkın üstlendiği sorumluluk anlatılmış, daha doğrusu belgelenmiş. Dosya konusu olarak da Muharebe Alanları Turizmi seçilmiş. Mesut Uyar’ın dosya konusu yazısının mutlaka okunması gerekiyor. Mehmet Alkan’ın Marshall Yardımı hakkında yazdıkları da öyle.
Yine aynı dergide Emre Aracı’nın ünlü Alman besteci ve biraz da ırkçı Richard Wagner üstüne kaleme aldıkları da kaçırılmaması gerekenlerin başında geliyor. Wagner’in gördüğü bir rüya ile başlayan yazı, ünlü besteciyle imparatorluk başkenti İstanbul arasındaki ilişkiyi anlatıyor. Eserlerinin 1895’de Pera Palas’ın Balo Salonu’nda çalındığını, Sultan Abdülaziz’in Wagner’e Bayreuth’ta inşa edeceği opera binası için bağış yaptığını öğreniyoruz Aracı’nın yazdıklarından.
Seza Sinanlar Uslu’nun 1964’de yerinden ve aslında yurdundan edilen İvi Stangali’yi anlattığı makalesi de Atlas Tarih’te yer alan bir başka önemli yazı. 1947 yılında oluşturulan Onlar Grubu’nun kurucularından olan Stangali Türkiye kökenli bir Yunanistan vatandaşı. Bedri Rahmi’nin öğrencisi, iyi bir kitap tasarımcısı ve belli ki çevresindekileri kendisine hayran bırakabilecek kadar da güzel bir kadın. Uslu, İlhan Berk’in Galile Denizi kitabındaki üç şiirini Stangali’ye adamasını duyduğu hayranlığa bağlamış.
Ayrıca Uslu, Stangali’nin çizdiği eskizlerden, kitap illüstrasyonlarından ve kitap kapaklarından örnekler de paylaşmış. Hayat hikayesi -Kıbrıs bağlantısı yüzünden- benim için mesleki açıdan ilginç, insani açıdan da öğretici. Çünkü bir daha bu tür trajedilerin tekrarlanmaması gerekiyor. Ama yazı farklı bir açıdan da düşündürücü. Çünkü bakıp geçtiğimiz kitap kapaklarının aslında tıpkı içinde barındıkları metinler gibi birer sanat eseri olabileceğine işaret ediyor. Görmediğimiz bir gerçeklikle bizi, görmeye niyeti olanları, yüzleştiriyor.
Dergide yer alan Jack London’ın Yeditepe tarafından kim bilir ne zaman basılan “Ateş Yakmak” kitabının kapağı özellikle ilginç. Bir galeride görsek uzun süre önünden ayrılamayacağımız, paramız olsa evimize alıp asmayı düşüneceğimiz bu çalışmayı ve onlarca, yüzlerce benzerini ne yazık ki baktığımız halde göremiyoruz. Muhtemelen sanat eserinin galeride, sergide ya da müzede olacağına inanıyoruz. Kitap kapağında, reklam afişinde, konserve kutusunda ya da rakı etiketinde sanat aramıyoruz.
Oysa onlarda İvi Stangali, İhlap Hulusi, Andy Warhol ve daha nice yaratıcı sanatçı var. Belki fark orijinaliyle kopyası arasında. Belki de sergileniyor olmasında. Bir galerinin sanat çevresinin bir nesneyi, bir çalışmayı sanat eseri olarak tescil etmesinde. Ya da kurum kadar kavramda, gözümüz kadar sergilenen objeyle sergiyi gezen arasındaki ilişkide, aktarılan mesajla o mesajın içinde yer aldığı toplumsal çerçevede. Veya çok daha basit bir açıklamayla pazarlamanın etkinliğinde.
Hangisinin doğru olduğunu, neyin ne zaman bize sanat eseri olarak göründüğünü doğrusu bilmiyorum. Fakat Philosophy Now’ın son sayısında Peter Benson’un Tate Modern’den ve aynı yerdeki Martin Creed’in bir yerleştirmesinden yola çıkarak sanatı sanat yapan öğeleri anlattığı “Kavramsal Sanattan Sosyal Sanata” makalesine bakılırsa hem kurum, hem de kavram önemli. Hatta siyaset bile önemli. Ne de olsa sanat giderek ideolojikleşiyor, içinde devlet ve düzen barındırıyor.
Benson, Althusser’den hareketle sanatın toplumsal uzlaşma inşa edici ideolojik rolüne atıfta bulunmuş. Fotoğraf ve video sanatçısı Steve McQueen’in elektrik santralinden galeri haline getirilen ıssız bucaksız Tate Modern’de yakın geçmişte yer alan “Üçüncü Sınıflar” sergisini ideolojik bir aktarmaya, rıza yaratmaya ve aynı zamanda gerçeğin üstünü örtme sürecine dönüştüğünü vurgulamış.
hhh
Eğer vaktiniz varsa, hayatı farklı biçimleriyle görmek ve yaşamak isterseniz, sözünü ettiğim dört dergiye de bakın, “görün” ve okuyun derim. Tarihten de, felsefeden de, sanattan da alınacak çok ders, öğrenecek çok şey var. Dünya bize anlatıldığından daha karmaşık, daha farklı ve daha değerli. Kıymetini bilmek için biraz gündeliğin dışına çıkmamız, yaşamın derinliğini kavramamız gerekiyor gibi geliyor bana. Edebiyat, sanat, felsefe bu imkanı tanıyor. Sıkıştığımız köşelerden çıkmamızı, kaçmamızı sağlıyor.
Andy Warhol’un konserve kutularını, Marcel Duchamp’ın pisuarını, Tracy Emin’in dağınık yatağını sevmemiz, bazen boş bir çerçeve, bazen kullanılmış sıradan bir nesneye uçuk-kaçık paralar ödenmesini kabul etmemiz şart değil. Sevebileceğimiz, estetik bulabileceğimiz, aklımız kadar gözümüze ve zevkimize de hitap edecek o kadar çok şey var ki. Yeter ki isteyelim ve arayalım. Artık hiç evden çıkmadan galerileri ziyaret etmek, uygulamalar üstünden kitaplar, dergiler okumak, ısmarlamak mümkün. İyi ve huzurlu bir tatil günü dileğiyle…