Bir zamanlar “bahar” metaforuyla birlikte anılan Arap dünyasını sarsan siyasi-sosyal deprem Suriye’ye ulaştığında Türkiye’nin ilk tepkisi uzun yıllar sonra ilişkilerini normalleştirdiği bu ülkeyi korumak için çaba harcamak oldu. Ancak ziyaretler ve uyarılar işe yaramadı. Esad ve özellikle de yakın çevresi demokratik değişime direndi.
ABD ve pek çok Avrupa ülkesinin Suriye’deki rejim değişikliğinin kendileri için yararlı olacağını düşündüğü açıktı. Tunus’ta başlayıp Mısır ve Yemen’i ciddi biçimde etkileyen bu “devrimler” dalgası Libya’da BM Güvenlik Konseyi’nin 1973 sayılı kararına ve iki gün geçmeden de Fransa’nın başını çektiği, 27 ülkenin katkıda bulunduğu, derken NATO imkanlarının kullanıldığı görünürde insani bir müdahaleye dönüşmüştü.
Türkiye, Libya müdahalesine önce direnç gösterdi ama sonra muhtemelen bu değişim dalgasını durduramayacağına kanaat getirerek destek sağladı. Bu arada ülkede mahsur kalan vatandaşlarını da çok başarılı bir operasyonla kurtardı. Suriye’de ise bir yandan rejimi uyarırken diğer yandan muhalefetin ülkesinde örgütlenmesine izin verdi, hatta yardımcı oldu. Çünkü Ankara Irak’ta yapılan “hatayı” tekrarlamak istemiyordu.
***
Türkiye çıkacak ve büyüyecek sorunun tarafı olarak yönetiminde söz sahibi olmayı seçti. 911 kilometrelik sınırla komşu olduğumuz bu ülkedeki gelişmelere, yapılacak muhtemel müdahalelere karşı kayıtsız kalınması zaten mümkün değildi. Türkiye soruna müdahil olmasa da ülkesine mülteci akımı olacak, IŞİD ortaya çıkacak, Amerika PKK’ya, Rusya Esad’a yatırım yapacaktı.
Benim görebildiğim kadarıyla o dönemde Ankara’nın hedefi sorunu kendi çıkarlarını maksimize edecek şekilde yönetmek, Suriye’nin geleceği üstünde söz sahibi olmak ve çatışmanın içine doğrudan çekilmekten kaçınmaktı. Ve aslında bu hedeflerine de büyük ölçüde ulaştı. Türkiye hala masada, Suriye’nin geleceği üstünde söz sahibi, gerekli gördüğünde müdahale etse de çatışmanın dışında.
Ancak beklentisi gerçekleşmedi. Suriye’de rejim değişmedi, değişmesi de artık pek mümkün görünmüyor. Cenevre Süreci ve BM Güvenlik Konseyi kararlarıyla desteklenen yol haritası marifetiyle seçimlere gidilmesi, Esad’ın kazandığı bir savaştan sonra görevini bırakması imkansıza yakın.
Üstelik, Suriye sorunu başladığından çok daha karmaşık bir halde. Rejime karşı muhalefet aksı dışında pek çok çatışma ekseni var. Muhalefet de tek değil çok. Zaman zaman birbirleriyle çatışıyorlar. En güçlü olanlar da komşumuz olarak görmek istemeyeceklerimiz. PYD/PKK ise ülkede önemli zemin kazandı. Suriye’nin yaklaşık yüzde 30’unu kontrol ediyor.
Suriye dendiği zaman da karşımızda sadece Esad rejimi yok. Rusya var, Amerika var, İran var. Bazen Fransa ile çıkarlarımız çatışıyor, bazen de Suudi Arabistan’la. PKK varlığı, kontrol altında tuttuğu topraklarda kurmaya çalıştığı devlet kendi Kürt sorununu çözmekte zorlanan Türkiye için tehdit. IŞİD ve El Kaide bağlantılı grupların verebileceği zararlar da öyle.
Kısacası tek bir sorundan değil eş zamanlı olarak yönetmek zorunda olduğumuz pek çok sorundan söz ediyoruz. Rusya 17 Eylül 2018’de Soçi’de vardığımız mutabakat gereği davranmamızı, İdlip’te muhaliflerle teröristleri birbirinden ayırmamızı talep ediyor. İdlip’teki askeri varlığımız üstünde baskı oluşturuyor, insanları göçe zorluyor. Nihai hedefinin daha kapsamlı olması olasılığı çok güçlü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son Rusya ziyareti üstümüzdeki baskıyı belli ki bir nebze hafifletti. İki lider arasındaki şahsi dostluk, işbirliğini derinleştirme çağrıları, Rusya’nın Türkiye’nin beklentilerini karşılamaması halinde kaybedeceklerinin münasip dille anlatılması İdlip sorununu dondurdu. Fakat sorun çözülmedi, her an yeniden ısınabilir.
Can Kasapoğlu ve Emre Kürşat Kaya’nın geçtiğimiz günlerde EDAM tarafından yayınlanan kısa değerlendirmelerinde vurguladıkları gibi Suriye birlikleri Türkiye’nin Morek gözlem noktasına tehlikeli bir yakınlıkta. Rusya’nın verdiği garantilere ve sağladığı imkanlara rağmen taktik düzeydeki basit hataların veya yanlış anlaşılmaların politik-askeri tırmanmaya yol açma olasılığı göz ardı edilemez.
Benzeri Amerika ile vardığımız mutabakat için de geçerli. Güvenli bölge önemli ama sorunu çözmüyor, bize şimdilik zaman ve zemin kazandırıyor. Türkiye’nin PYD konusunu, Amerika’nın bu ülkedeki varlığını kendi sorunu olmaktan çıkartıp Suriye’nin öncelikli sorunu haline getirmesi gerekiyor. Bu da ancak Suriye sorununun ana aksının çözümüyle mümkün.
***
Çözüm için sihirli bir formül olmadığı gerçek. Ayrıca Amerika ve/veya İran’ın sorunun çözümüne doğrudan ya da dolaylı yollardan direnme olasılıkları da mevcut. Ancak yine de denememiz, yaratıcı düşünmemiz, Suriye’nin Türkiye’yi daha fazla ve daha derinden etkilememesi için siyasi ve diplomatik atılımlar yapmamız, inisiyatifler geliştirmemiz bana gerekli gibi geliyor.
Yeni bir göç dalgasının yaratacağı komplikasyonları Avrupa’ya hatırlatmak işe yarar mı emin değilim. Onlar nasılsa Rusya üstünde baskı oluşturmaya kalkmayacaklar, kaldı ki kalksalar da sonuçlarına biz katlanacağız. Rusya ile kurduğumuz dengeler sarsılacak. ABD deseniz ilgisiz. BM ise yetersiz. Geriye Esad rejimi ile bir “modus vivendi” başlatmaktan başka pek çare kalmıyor.
Türkiye’nin güvenlik endişelerini gidermenin, sorunun başlangıcındaki hedeflerimizi, amaçlarımızı korumanın, Suriye’de daha fazla insan kıyımı olmasını engellemenin yolu yeni koşullara uyum sağlamaktan geçiyor. Unutmayalım ki Suriye’deki dengeleri pek çok şey değiştirdi. Amerika’nın öncelikleri değişti, Rusya sorunun doğrudan tarafı oldu. Bizim de değişmemiz kaçınılmaz…