Devlet Bahçeli’nin jestleriyle bir yerlerde bir şeyler olduğunu düşündüren, iktidar partisinin utangaç desteğiyle değişiyoruz galiba umudunu doğuran ama ne olduğu kimse tarafından tam olarak anlaşılamayan “süreç” eğer öncesinde müzakere içermiyorsa bir ayını geride bıraktı. Muhalafetin hemen her kesiminin desteğini aldı, TUSAŞ saldırısını atlattı fakat galiba kayyum atamasıyla tıkandı.
Çünkü genel varsayım bunun bir toplumsal uzlaşma projesi olduğu ve arkasında kapsamlı bir stratejinin bulunduğuydu. Öcalan bir silah çağrı yayınlayacak, bu kendisine umut hakkı olarak geri dönecek, en iyi ihtimalle PKK liderliği çağrıya cevap vererek silah bırakacak, en kötü ihtimalle de Kürt sorunuyla silahlı mücadele arasındaki bağ kopartılmasa dahi zayıflatılacak, siyaset meşru zemini içinde yapılacaktı.
Ancak beklenen olmadı Esenyurt Belediye Başkanı hiç inandırıcı olmayan gerekçelerle tutuklandı, yerine de hemen kayyum atandı. Ben ve benim gibiler Türkiye sorunlarını çözüyor, geçmişin yaralarını sarıyor, konjonktürden de yararlanarak değişiyor derken galiba başladığımız yere geri döndük. Osman Kavala, Selahattin Demirtaş ve diğerleri serbest bırakılır diye umarken siyaset sahnesi bir kez daha sertleşti, müzakere zemini sarsıldı.
“Sürecin” devlet projesi olduğunu ima eden, geçmişin Oslo buluşmalarından hareketle devamının geleceğini iddia eden Yıldıray Oğur ve bir kaç kanaat önderi dışında yapılanların samimiyetine, tutarlılığına inanan takip edebildiğim kadarıyla pek kalmadı. İyi niyetli yorumcular sorumluluğu güvenlik bürokrasisine yükledi, bazıları da Esenyurt olayını CHP’yi çözüm süreciden dışlamaya çalışmakla ilişkilendirdi.
Bir anda çözüm süreci gündemin alt sıralarına düştü, haklı endişelerle bu tür siyaset, hukuk ve demokrasi dışı müdahalelerin arkasının geleceği, asıl hedefin İBB olacağı, İmamoğlu’na karşı açılan davaların da benzeri bir sonuç doğuracağı konuşulmaya başlandı. AKP ile CHP arasında karşılıklı ziyaretlerle ivme kazanan bir başka çözüm süreci daha akamete uğradı. Uzlaşmayı, yakınlaşmayı savunan CHP lideri zor durumda kaldı.
Maksat CHP’yi zorlamak ve sarsmaksa kabul edelim ki iktidar bloğu başarılı oldu. Fakat ülkeyi tarihi bir fırsatı kaçırmanın da eşiğine getirdi. Umarım bundan sonra sağduyu hakim olur, toplumsal barışmanın sadece Öcalan’ın yapacağı bir açıklamayla ya da Oslo benzeri gizli müzakerelerle gerçekleşmeyeceği anlaşılır. Bir önceki sürecin aksaklıklarından ders çıkartılır, şu anki bölgesel koşulların eskiyle kıyaslanamayacağı görülür.
Unutmayalım ki Suriye’nin kuzeyinde gücünü konsolide etmiş, ABD’nin desteği sağlamış bir “entite” var. Gerçekçi olursak ne onun edindiği kazanımlardan vazgeçmesi, yani silah bırakıp devlet kurma hayalini terk etmesi, ne de bizim oradan gelecek militanları rehabilite edip topluma kazandırmamız, silahın yerine siyaseti koymamız mümkün. Yapabileceğimiz en makul şey onları çevrelemek, Suriye ile barışıp oradaki yapılanmayı ülkenin toprak bütünlüğü içinde eritmek için çaba harcamak.
Benzeri bir ölçüde Kuzey Irak için de geçerli. Bu nedenle de Bağdat ve Erbil’le geliştirdiğimiz özel ilişkiler çok değerli. Hayale kapılmadan kendi içindeki sorunlarımızı çözmemiz, dışarıdan gelebilecek hibrit savaş tehditlerine karşı hazırlıklı olmamız, kimsenin içimizdeki demokrasi açığını kullanmasına izin vermememiz, PKK sorununu dışsallaştırmamız gerekiyor. Türkiye Kürtleri kendi sorunlarını, sorun olarak gördükleri konuları demokratik yöntemlerle çözebileceklerine ikna edilmek zorunda. Bunun da önkoşulu hukukun üstünlüğünü sağlamak, insan haklarına saygıyı içselleştirmek.
Türkiye ister CHP’yi zor duruma sokmak, ister muhaliflerini baskı altında tutmak için olsun kendi anayasasının açık hükümlerini dahi görmezden gelmeye devam ettiği, AİHM ve AYM kararlarını uygulamadığı, kayyum pratiğinden siyasi aklını kurtaramadığı, etki ajanlığı tipi yasaları gündeminde tuttuğu sürece başlattığını varsaydığımız yeni çözüm sürecinin -muhtevası ne olursa olsun- altından kalkamaz. Geçmişi ve müzakere zemini olsa dahi amaç ateşkes değilse sonunu korkarım getiremez…