Yaptığınız seçimler konusunda pişmanlık duyanlardan, keşke kelimesini sık sık kullananlardansanız, üstelik de hayatın gündelik akışından sıkılıyorsanız ve bu Pazar değişik bir şey yapmak istiyorsanız size iki önerim var. İlki keyifli bir roman, diğeriyse kısa ve güçlü bir hikaye. Eğer onlar yetmezse biraz felsefe, biraz da müzik.
Roman Matt Haig’den, adı Gece Yarısı Kütüphanesi. Ama bu bildiğiniz bir kütüphane değil. Haig’in kahramanı Nora’nın aklında olan, onunla birlikte yaşayan, ölmesi halinde yıkılacak, anıları ve pişmanlıklarıyla birlikte yok olacak bir kütüphane.
İçinde Nora’nın farklı seçimler yapması halinde nasıl bir hayatı olacağına ilişin binlerce alternatifin olduğu kitaplar ve yaşlı, bilge, yol gösterici ancak yaşam tarzı önermeyen, sadece seçimlerin olası sonuçlarının anlaşılmasına yardımcı olan bir kütüphaneci var.
Fakat 7/24 açık bir yer de değil belli ki. Nora gibi yaşadığı hayattan, yaptığı seçimlerden mutlu olmayanlara yaşamla ölüm arasındaki gidip gelmeleri sırasında hizmet veriyor. Onlara farklı seçimlerin üst üste konmuş aydıngerlerin üzerindeki birbirinden farklı resimler gibi farklı evrenler olduğunu anlatıyor.
O da kitaplarıyla açtığı yeni olasılıklarla ve tıpkı Nora gibi Arafta yaşayan, Nora’nın düşsel, belki de düşünsel deneyimlerinden birinde karşılaştığı Hugo vasıtasıyla. Erwin Schrödinger’in tartışması hala bitmeyen sanal kedisine referansla ve alternatif bütün olasılıkların eş zamanlı olarak gerçekleşebileceğini söyleyerek.
Haig bize Hugo’nun şu an buradayım ama burada olmadığımı da biliyorum dediğini aktarıyor romanının 144’üncü sayfasında. Hugo hem beyin kanaması yüzünden Paris’te bir hastanede yatıyor, hem de Arizona’da hava dalışı yapıyor. Eş zamanlı olarak Hindistan’a gidiyor, Lyon’da şarap tadımına katılıyor.
Nora gibi o da yaşamak istediği hayatı arıyor, bir daha pişmanlık duymayacağı seçimler yapmak istiyor.
Kütüphanecisi Bayan Elm de Nora’ya birkaç sayfa sonra milyonlarca, milyarlarca değil sonsuz sayıda hayat alternatifi olduğunu hatırlatıyor, ilerleyen sayfalarda satrançta olduğu gibi hayatın temelinin de olasılıklardan oluştuğunu anlatıyor.
Haig şartlara ve koşullara önem vermediği için kahramanına da, okuyucusuna da sınırsız seçme hakkı tanımış. Pişmanlık duyulabilecek seçimlerin, tercihlerin sonuçlarının aslında hiç de öyle olmayabileceğini Nora’ya yaşattığı deneyimler vasıtasıyla bize aktarmış.
Haig’in kurgusal dünyasında varoluşumuzu inşa edebildiğimiz bol miktarda özgürlük var. Koşullar hiçbir şekilde belirleyici değişken olarak sunulmuyor. Hayatı bizim yaratıp, şekillendirebileceğimiz söyleniyor ve tabii ki yaptığımız seçimlerden pişmanlık duymamamız gerektiği öğütleniyor.
Okuyucu bir tür doğa haline, Ceteris Paribus’lar evrenine, adı romanda birden çok anılan Henry David Thoreau’nun 1845-1847 yılları arasında Massachusetts’deki Walden gölü kıyısında iki yıl, iki ay, iki günlük otonom yaşama, zamanının medeniyetinden kaçma deneyiminden sonra geliştirdiği hayata bakış tarzına taşınıyor.
Kitapta ayrıca Hobbes da var, Camus da, Nietzsche de. Yazarın, romandaki evrenin, daha doğrusu paralel evrenlerin yaratıcısının görüşlerini desteklemek için sayfalar arasında görünüp yok oluyorlar. Bir yandan hayat hakkında otorite olduklarını hissettiriyorlar, diğer yandan anlatıya entelektüel lezzet katıyorlar.
Okumanızı önerdiğim Jorge Luis Borges’in hikayesinde ise Newton ve Schopenhauer’dan söz ediliyor.
Onların mutlak zaman kavramlarının ötesinde bir roman yazıldığı, normal kurgusal eserlerde kişinin birden fazla seçenekle karşılaştığında birini seçtiği ama bunda yazarın aynı anda hepsini birden takip ettiği söyleniyor.
Dünya edebiyatının unutulmaz isimlerinden Borges, ‘Yolları Çatallanan Bahçe’ kitabının, aynı adı taşıyan öyküsünde bizi görünürdeki bir casusluk olayı kurgusuyla “sonsuz zaman dizilerine, gittikçe büyüyen, baş döndürücü hızla birbirine kavuşup ayrıştıran koşut zamanların oluşturduğu bir ağın varlığına” ikna etmeye çalışıyor.
Borges ve Haig haklılar mı bilinmez. Belki gerçekten de aynı anda yaşanan paralel evrenler vardır, bizim bilincimiz, dünyayı üç boyutuyla görmemiz bunları algılamaya yeterli değildir. Birden fazla yerde aynı anda olmamız, bir durumda mutlu diğerinde mutsuz, kurban ya da cani, hatta canlı ya da cansız olmamız mümkündür.
Bunu muhtemelen Haig’in sıkça başvurduğu kuantum öğretisinin uzmanı olsak da bilemeyebiliriz. Ama kurgunun marifetiyle bu paralel evrenleri dolaşıp, kendimizi gündeliğin sıradanlığından kurtarabiliriz. Vaktiniz olursa ikisini de okuyun, isterseniz biraz da Haig, Borges’den mi etkilenmiş diye düşünün derim.
Şartların, koşulların dışlanmışlığı da sizi okuduklarınızda yabancılaştırmasın. Dünyada Nora gibi her şeyi yanlış yaptığına, her kararının felakete yol açtığına inanan çok insan var. Bazıları yemek seçerken yaşadığı küçük pişmanlıklarıyla yetinirken, bazıları hatalı olduğunu düşündüğü seçimlerini vicdan azabına dönüştürüyor.
Haig böylesi insanlara, vicdanlarıyla boğuşanlara seslenmiş, onlardan ilham almış, Borges ile birlikte seçimlerin sonsuzluğuna ve sonuçlarının bilinmezliğine değinmiş. Okuyucularını da bence hayata bağlamış. Hepsinin ötesinde çevirmeni Kıvanç Güney’in de desteğiyle ortaya yine zevkle okunacak bir roman çıkartmış.
Fazlasını isteyenler için önerim Thoreau’nun Walden kitabı. Ayrıca zaman ve pişmanlık üstüne de okunacak çok şey var. Ben pişmanlık nedir, ne değildir diye bakarken genç bir felsefecinin, John Danaher’in güzel bir yazısına rastladım. Arasanız eminim siz de çok şey bulursunuz. Belki yanına da sakinleştirici, dinlendirici bir Budha Bar albümü katarsınız...