Ben severim. Ama en çok 1936’da bestelediği Yaylı Çalgılar Adagio’sunu severim. Sık sık da dinlerim. Zor zamanlarda huzur verir, hayatın geçiciliğini anımsatır. Muhtemelen de bu nedenle Franklin Rosevelt’ten John F. Kennedy’e, Grace Kelly’den Albert Einstein’a tanınmış, önemli işler yapmış insanların cenaze törenlerinde çalınmış, savaşın anlamsızlığını aktaran Oliver Stone filmi Platoon’da fon müziği olup akıllara kazınmıştır.
Yıllar önce bir yerlerde Barber’ın Adagio’sunun sonbaharda yere düşen yaprağın havada süzülerek seyrini, toprağa karışmaya gösterdiği direnci, sonunda da teslimiyetini ima ettiğini okumuştum. Bestesini yaparken Barber’ın aklında yaprak mı vardı, yoksa başka bir şey mi doğrusu bilmiyorum. Söylenen Virgil’in bir şiirinden esinlendiği. Fakat yaprak analojisi müziğinin akışına, bizi alıp içine çekişine, dünyayla olan bağlarımızı kopartmamıza uyuyor.
Evin İlyasoğlu Zaman İçinde Müzik kitabında bu duyguyu yaşamamızı parçanın “ağıtsal lirizmine” bağlamış. Ancak Barber’a fazla yer ayırmamış, hayatını ve eserlerini kısaca anlatmış. İlginizi çekerse Barber hakkında yazılmış çok kitap, yazı, makale ve ulaşmakta başarılı olamadığım 2017 tarihli bir de belgesel var. Yönetmeni Paul Moon, adı Absolute Beauty (Mutlak Güzellik). Fragmanından çarpıcı ve sürükleyici olduğu belli oluyor.
***
Samuel Barber, 1910’da doğmuş, 71 yaşında yani 1981’de ölmüş. Farklı, renkli, varlıklı ve zaman zaman sorunlu bir hayatı olduğu anlaşılıyor. Besteciliğe çocuk yaşlarda başladığı biliniyor. Pulitzer ve Roma ödüllerini almış. Operalar, baleler de bestelemiş. Eserlerini zamanının en ünlü orkestraları çalmış, en ünlü şefleri yönetmiş. Adagio’su şöhretini belki biraz da İtalyan şef Arturo Toscanini’ye, ilk kez onun yönetiminde seslendirilmesine borçlu.
Okuduğum bir mülakatında diğer eserlerine Adagio kadar önem ve değer verilmemesinden yakınıyor. Haklı olabilir ama Adagio’su, onu ve yarattığı eserin ününü aşan gerçek bir istisna. Tam bir müzik harikası. Kemanların duyularınızı yakalayan sesiyle başlıyor, bir süre sonra devreye viyolalar giriyor, ritim tepe noktasına ulaşırken çelloları da duyuyoruz. Kısa bir dinginliği takiben tempo yeniden yükselişe geçiyor, bittiğinde de sanki yaprak toprağa karışıyor.
YouTube ve diğer müzik mecralarında Adagio’nun sayısız yorumu var. İsterseniz 5 Kasım 1938’de NBC’deki ilk çalınışını dinleyebilir, isterseniz BBC Proms’daki yorumunu seyredebilirsiniz. Farklı müzik aletleri için düzenlemeleri de yapılmış. 1967’de Barber içine koro eklemiş. Olimpiyat açılışında bile çalınmış, yine de en çok hüznü ve üzüntüyü bastırmak, paylaşmak için “kullanılmış”.
Son yıllarda sokak performanslarıyla siyasi mesajların da taşıyıcı olmuş. Büyük ve sarsıcı şiddet eylemlerinin ardından hayatını kaybedenleri anmak amacıyla çalınmış. En son Berlin Filarmoni 1 Mayıs 2020’de Korona virüsü kurbanları için Barber’ın Yaylı Çalgılar Adagio’sunu seslendirmiş. Hayat normale dönünce eminim Türkiye’de de canlı performansını bir kez daha seyretme, dinleme fırsatımız olacaktır.
Genç kuşaklarsa Adagio’yu galiba hüznüyle ve klasik şekliyle değil ritmiyle tanıyor, sentezleyicilerde ve bilgisayarlarda yapılan düzenlemeleriyle dans ediyor. Benim web üstünden seyrettiğim Hollandalı DJ Tiesto’nun performansı hiç fena sayılmazdı. Adagio insanı yine yakalıyor, yine sarsıyordu. Ama üzmüyor, hüznü içinizde hissetmenize, hayatın geçiciliğini düşünmenize neden olmuyordu. Akışıyla akmanızı sağlıyordu.
Aynı müzik farklı ritim ve elektronik eklemelerle bambaşka bir boyuta taşınmıştı. Yakında Reggae ya da Hard-Rock uyarlamaları çıkarsa hiç şaşırtıcı olmaz. Bu denli popülerleşmesinin bedeli de büyük olasılıkla eserin bünyesinde barındırdığı, klasik performansları ve onların bazılarına vesile olan ölümleriyle içkinleştirdiği, toplumsal anlam dünyasına kazıdığı duyarlılığının azalmasıyla, hayatın özüyle olan bağının kopmasıyla ödenir.
***
Ben dinlemediyseniz bir an önce dinleyin, dinlediyseniz ardına Mahler’in 5’inci Senfonisini ekleyerek deneyin derim. Mümkünse hiçbir şey okumadan, yapmadan sadece kendinizi dinlerken dinleyin. Barber’ın biyografisini dahi okumayın. Paul Auster’ın Yazı Odasında Yolculuklar’daki anlatıcısına söylettiği gibi eserler bir kez yaratıldıktan sonra nasılsa yaratıcılarından bağımsız bir hayata kavuşuyorlar.
Romanlar her okunuşunda, filmler her seyredilişinde, müzikler her dinlenişinde onlara verdiğimiz önem oranında ve sürede bizimle birlikte canlanıp hayatiyet, dolayısıyla da anlam kazanıyorlar. Onları yaratanların insani zafiyetlerinden, kibirlerinden, gururlarından, hırslarından, aidiyetlerinden, hayat tercihlerinden sıyrılıp kendileri oluyorlar. Hatta onları yaratanları yeniden yaratıyorlar. İyi, huzurlu ve keyifli bir Pazar günü dileğiyle…