Benim kuşağımdakiler Akira Kurosawa’nın 1975’de vizyona giren Dersu Uzala filmini hatırlayacaktır. Japon-Sovyet ortak yapımı filmde, 1930’da ölen Rus kaşif Vladimir Arsenyev’in anılarından hareketle yaşlı bir avcının doğayla başa çıkışı, hayatı ve dünyayı algılayışı anlatılır. Film içinizi yakan küçük insani dokunuşlarla doludur, daha da önemlisi iyilik üstüne kuruludur. Filimdeki tek kötülük bitiminde gerçekleşir, yaşlı avcıya hediye edilen yeni tüfek onun sonunu getirir. Hırsızlar tüfeğini almak için avcıyı öldürür.
* * *
Dersu Uzala bence Kurosawa’nın en iyi değilse bile en duyarlı filmlerinden biri. Zaten 1976 yılında Yabancı Film Oscar’ını almış olması da bunun göstergesi. Ayrıca çok seyredilmiş ve yüksek gişe hasılatı yapmış bir film. Başka ödülleri de var. Beni en çok etkileyen sahnesiyse Dersu’nun şehirde suya para verilmesine gösterdiği tepkinin anlatıldığı bölümdü. Seyrettikten 40 küsur yıl sonra bile hala aklımda. Anlatıcısının karısına ve suyu getiren sakaya kızar, bu olay yaşına rağmen doğaya geri dönmeye karar vermesinde rol oynar.
Aklımda kalmasının nedeni sanırım sahnenin estetiğinden veya doğurduğu sonuçtan ziyade Dersu’yu oynayan Maxim Munzuk’un babaanneme su getiren ve hayatımızdaki önemli insanlardan biri olan Yusuf dayıya benzetmemdi. Saka Yusuf belki Munzuk kadar çekik gözlü değildi ama onun aklımda kalan görüntüsü, hali-tavrı ve doğayla olan ilişkisi -eğer uydurmadıysam, Arsenyev’in evine su getiren saka ile ona tepki gösteren Dersu’yu zihnimde birleşip Saka Yusuf’a dönüştürmediysem- Munzuk’u andırıyordu.
Benzerliğini uydurmuş muyumdur bilmiyorum. Bazen gerçekle kurgu kendi içinde bile karışıyor. Ama Saka Yusuf’un babaannemin evine haftada en az iki kere geldiği, her seferinde ikişer teneke su getirdiği ve evin içme suyu ihtiyacını karşıladığı gerçek. Suyu kasabanın dışında makbul sayılan bir çeşmeden doldurur, tahminen 40 litrelik yükü sırıkla dengeleyerek omuzunda taşırdı. Çok konuşmaz, çocuklara da fazla yüz vermezdi. Fakat suyunu getirip mutfaktaki mistik anlamlar yüklediğim, okyanuslar kadar derin zannettiğim küpe boşalttığı anlar unutulmazdı.
Babaannemde olduğum zamanlarda bu anı hiç kaçırmak istemez, mutlaka içme suyunun küpe dökülüşünü izlerdim. Evin pek çok köşesi gibi küp de hayal dünyamı zorlar, içinde öcüler-böcüler aramama neden olurdu. Dibinde canavarların yaşayabileceğini düşünürdüm. Derinliğini merak eder ama ölçmeye cesaret edemezdim. Dedemin muhtemelen Ermenilerden aldığı kapısında 1901 yazan evin bahçesindeki kuyu gibi küp de dokunulmazlar, ulaşılmazlar arasındaydı.
Ben ve amcamın oğlu Hasan istersek bahçedeki şadırvana girebilir, yine bahçede basamakla inilen çukur çeşmede oynayabilirdik. Fakat küpe elimizi sokmak, sarkmak, hatta yaklaşmak yasaktı. Babaannem küpe düşüp boğulan çocuk hikayeleri anlatırdı. Yusuf dayının geldiği birkaç dakika özgürlüğümüzün sınırsızlaştığı, küpe yaklaşabildiğimiz, suyun suyla kavuşması sırasında çıkarttığı sesi dinleyebildiğimiz ender zamanlardı. Bu yüzden Yusuf dayı, benim çocuk aklımda dayılar hiyerarşisinin hep en üstlerinde yer aldı.
Daha sonraki yıllarda babaannemle pazara çıkarken Mustafa dayıyı, beni ata bindirip dolaştıran uzaktan akrabamız Nuri dayıyı tanıdım. Yusuf dayıyı unuttum. Belki de Yusuf dayı öldü de kimse bana söylemedi. Zaten küp de zamanla ilgimi çekmemeye başladı, evi çekip-çeviren Mahmure abla ısrarlarıma dayanamayıp içini gösterince bütün hayallerim sona erdi. Yusuf dayıyı ancak 1970’li yılların sonunda Ankara’da, yanılmıyorsam Akün Sineması’nda, Dersu Uzala’yı seyrederken hatırladım.
Hafta başında da marketten pet şişelerle eve su taşırken onu bir kez daha andım. 1960’lı yılların Gelibolu’sunu, akıp giden zamanı ve evin işlerliğini sağlayan insanları düşündüm. Bir de benim kuşağımın yaşadığı değişimin büyüklüğünü. Çünkü biz sadece lambalı radyodan Spotify’a geçişi değil aynı zamanda içinde yer aldığımız sistemin kökten değişimini gördük. Çoğumuz fark edemese de küreselleşme denen olgu ya da basitçe kapitalizm diye adlandırılan üretim tarzı pek çok şey gibi otonom ekonomik birim sayılabilecek kasabayı da yok etti, merkeze tamamen bağımlı hale getirdi.
Artık Gelibolu’da da dünyanın başka yerlerinde de Yusuf dayılara, Mustafa dayılara ihtiyaç olmayan bir düzen içinde yaşıyoruz. Şişelenmiş, PVC kaplara sıkıştırılmış sular içiyoruz. Yüklerimizi kuryeler, kargo şirketleri taşıyor. Yeni kuşak Yusufların, Mustafaların bu şirketlerde çalışması bekleniyor. Onların sularını ve yüklerini taşıdıkları ailelerin parçası olma olasılıkları pek yok. Bundan sonra ancak kendi yeğenlerinin dayıları olabilecekler, bey olarak bilinecekler. Diğer yandan işleri de eskisi kadar yorucu olmayacak. Sosyal güvenceleri bulunacak. Yaşlandıklarında, hasta olduklarında komşularına, hizmet sağladıkları evlere muhtaç kalmayacaklar.
Yani değişim ille de kötü değil ama hızlı ve sarsıcı. Uyum sağlama kapasitemizi her anlamda, her alanda zorluyor. Bizi içimize kapanmaya, duygusal olarak küçülmeye mahkum ediyor. Giderek daha fazla Ferdinand Tonnies’in Gemenschaft’ından Gesellschaft’ına geçiyoruz. Samimiyet yerini daha da çok resmiyete bırakıyor. Görünen o ki gelecek kuşakların bizler gibi anlatacak hikayeleri, Yusuf veya Mustafa dayıları olmayacak. Kurosawa seyrederken evlerine gelen insanları hatırlayamayacaklar. Biliyorum diyeceksiniz ki zaten Kurosawa da seyretmeyecekler.
* * *
Olsun seyretmesinler. Onlar da mutlaka zamanlarının ruhuna uygun bir şeyler bulup yaşadıkları anı anlamlı kılmaya çalışacaklardır. Kurosawa yerine Netflix dizisi ya da başka bir şey seyredeceklerdir. Benim önerim sizlere, geçmişle gelecek arasında tutunacak bir yer bulabilenlere, vaktiniz olursa Dersu Uzala’yı seyredin derim. Bana çağrıştırdıklarını size çağrıştırmayabilir ama en azından iyilik üstüne kurgulanmış iyi bir film seyreder, hayatın gündelik akışından bir süreliğine kaçarsınız. Tabii ki seyretmediyseniz ve benim gibi gününüzü başka bir şekilde değerlendirmeyi planlamadıysanız...