Minger varla yok, tarihle kurgu arasında bir ada. Orhan Pamuk’un yaratıcılığının yeni ürünü. Veba Geceleri’nin anlatıcısı Mina Mingerli’ye bakılırsa Doğu Akdeniz’de olmalı. Belli ki İskenderiye’ye de, İzmir’e de, Atina’ya da yakın. Ama ne Yunan ne Türk. 1901’e kadar Osmanlı’ya bağlı. Adayı sarsan büyük bir veba salgınından sonra ise bağımsız. Otelleriyle Büyükada’yı, şehir ve köyleriyle daha büyükçe bir adayı andırıyor. Pul basacak matbaasından hastanelerine, merkez postanesinden gül yağı atölyesine kadar her türlü tesisi var.
Zamanının koşullarına göre gelişmiş bir yer. Eczaneleri, eczacıları, doktorları ve hatta bol miktarda konsolosları mevcut. Az kelimeden oluşan dilinin dahi olduğunu biliyoruz. Tek eksiği muhtemelen Münhasır Ekonomik Bölgesi. Pamuk sanırım 1900’lerin başında böylesi bir kavram olmadığı için ada halkını deniz yatağındaki zenginliklerden mahrum bırakmış. Mina Hanımın ağzından yaptığı analizlere yine de Edward Said ve adını anmadan da olsa Benedict Anderson katmış. Fırsat buldukça kendisi de metne müdahil olmuş.
***
Ada kimlikler ve kişilikler açısından zengin bir yer. Osmanlı coğrafyasının mikrokozmozu niteliğinde. Hıristiyanlar ve Müslümanlar, tarikatlar ve dervişler, hafiyeler ve daha kimler kimler bir arada yaşıyor. Mina hanımın büyükannesi Pakize Sultan’ın mektuplarından ve görüşlerine sıkça başvurulan Mingerli anonim tarihçilerin anlattıklarından da mutlu oldukları anlaşılıyor.
Dengeyi veba salgını bozuyor. Adanın Valisi Sami Paşa kaygıları ve korkuları yüzünden sorunu yönetemiyor, ada hiç beklenmedik, planlanmadık şekilde bağımsızlığını ilan ediyor. Çin’e gitmek üzere yola çıkan ancak yeni evlendiği kocasının doktor olması yüzünden Minger’e giden Pakize Sultan’ı korumakla görevlendirilmiş Kolağası Kâmil yönetimi ele geçiriyor. Adanın Cumhurbaşkanı oluyor.
Orhan Pamuk dönemi kısa ama sayfaları uzun romanında bize vebayı ve daha pek çok şeyi aynı anda anlatıyor. Yazısını katman katman okumamızı bekliyor. İstenirse içeriğinden siyasi polemik yaratmak da mümkün. Ancak Veba Geceleri’nin en önemli özelliği tarihle kurgunun başarılı bir şekilde iç içe geçmiş olması. Gerçeğin nerede bitip sanalın nerede başladığını anlamakta okuyucusuna zorluk çektirmesi.
Sınır sanıyorum ada karasularında başlıyor. Minger’de olanlar Minger’de, yani hikâyenin büyüsünde, sanallığında kalıyor. Pamuk her zamanki gibi zengin bir anlatı ve müthiş bir imgelem gücüyle okuyucusunu yakalıyor. Minger’in başkenti Arkaz’ın sokaklarını mimari titizlikle inşa ediyor. Adanın her köşesine uğruyor. İstanbul’dakine benzer bir Kız Kulesi’ni de “ülkenin” mimari mirasına katıyor. Hayali adasını zindanlar, oteller, kalelerle süslüyor.
Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan 537 sayfalık kitabının ana konusu sanki veba, daha doğrusu salgın gibi. Fakat içinde milliyetçiliğin analizi de var. Lider kültü yaratılması da işlenmiş. Abülhamid’in varlığı kendi başına bir tartışma tetikleyicisi. Albert Camus’un Veba’sındakine benzer şekilde insanlık durumlarından da söz edilmiş. Ancak bu durumlar gerçek boyutlarına indirgenmemiş. Minger gibi insanlık durumları ve tutumları da sanal bırakılmış.
Roman, yazarının tercihiyle özdeşleşilecek karakterlerden arındırılmış. Bu yüzden de ortaya zor okunan bir kitap çıkmış. Veba doktorların karşılaştığı her vakada detaylarıyla tekrar tekrar anlatılmış. Hıyarcık tanımlamaları, apış arası ve kol atı aramalarıyla, irinler, cerahatler ve kusmuklarla bize, yani birer ölümlü fani olan okuyucularına hayal etme, düşünme, hastalığın niteliğini bir bölüm önceki anlatıdan hatırlama fırsatı verilmemiş.
Galiba bir de sayfalara sığabilen herkesi tanımamız gerektiği düşünülmüş. Akış içindeki rolü kısıtlı karakterler bile yazarla olan mesafeleri korunmak kaydıyla okuyucuyla tanıştırılmış. Onların ilişkilerinden, işlerinden ve etnik aidiyetlerinden söz edilmiş. Bazen bir cümle ile geçiştirilebilecek bir tanıştırma seansı sayfalar sürmüş. İnsanlar tasvir edilmiş, sınıflandırılmış ama sonrasında kaderlerine terk edilmiş. Adanın tarihi, dolayısıyla da romanın kurgusu içinde onlara aktör olma imkânı tanınmamış.
Romandaki iki “büyük” aşka karşı da yazar mesafeli durmayı seçmiş. Karakterlerin birbirlerini sevdiklerini belli etmiş ancak bizim onları sevmemizi, aşklarından ve sevişmelerinden kendimiz için pay çıkartmamızı istememiş. Kolağası Kamil ile ada kızı Zeynep’in aşkları da, Abdülhamid’in yeğeni Pakize Sultan ile doktor damat Nuri’nin aşkları da dışarıdan ve üsten bir bakışla anlatılmış. Anlatı duygusal detaylarından arındırılıp mekanik bir metne dönüştürülmüş. Kim bilir belki de post-modern olmuş.
***
Kitapta duygu ve duyarlılıktan çok Lisol ve Landon var. Veba mikrobundan arınmak için sıkılan ilaç ve ada valisinin zıhlı Landon arabası neredeyse her bölümde bir şekilde karşımıza çıkıyor. Pek çok roman gibi cinayetlerden, idam sehpalarından, meczuplardan, şeyhlerden ve daha pek çok şeyden bahsediliyor. Ama hep dışarından bir gözlemci edasıyla. Empati yoksunu Mina Hanım bize sadece duyduklarını, gördüklerini, okuduklarını aktarıyor. Tasvir ettiği insanların duygularını, hislerini yazarı, yaratıcısı müsaade etmediği için birkaç istisna dışında paylaşmıyor.
Bunlar doğal olarak benim, yani edebiyattan pek de anlamayan birinin izlenimleri. Tabii ki öznel ve büyük ölçüde beklenti temelli. Eminim kitabı her okuyan farklı sonuçlar çıkartacak, Veba Geceleri okunduğu sayıda yoruma sahip olacaktır. Büyük bir emeği ve muhtemelen benim anlayamadığım bir bakış açısını içinde barındırdığına şüphem yok. Alın, okuyun ve kararınızı kendiniz verin derim. Ben galiba eski Orhan Pamuk’u özlüyorum. İyi, huzurlu ve bol okumalı bir pazar günü temennisiyle...