Hafta başında gerçekleşen NATO Zirvesi’nde önce İsveç’in üyeliğine Türkiye tarafından yeşil ışık yakılmasına, sonra da Ukrayna konusuna yoğunlaşıldı. Çin’den Afrika’ya, nükleer silahsızlanmadan balistik füze savunmasına ittifakın radarındaki diğer pek çok konu ise 90 maddelik Zirve Deklarasyonunda yer aldı.
Umarım sadece diplomatlar ve askerler değil, Türkiye’de savunma konularını çalışan, dünya politikasındaki eğilimleri takip eden akademisyenler ve kanaat önderleri de İsveç üyeliğine verilen şartlı onayın ötesine geçen, ifadesini bu deklarasyon ve ittifakın geçtiğimiz yıl kabul edilen güvenlik kavramında, onunla ilişkili yeni askeri stratejisinde bulan konulara da eğilirler.
Bir de mümkünse özellikle kanaat önderleri (ama akademisyenler de) dış ve dünya politikasındaki gelişmeleri ideolojik gözlüklerini çıkartarak değerlendirirler. Çünkü gözlüklerini çıkartmadıkları takdirde analizleri sığlaşabiliyor, iktidarın başarı ya da başarısızlığına indirgenebiliyor. Ya da yapılan bir pazarlık köktenci bir anlayışla değerlendirilebiliyor.
Mesela Vilnius Zirvesi marjında gerçekleşen toplantıdan çıkan yedi maddelik uzlaşma metinin ne anlama geldiğinden ziyade Türkiye’nin verdiği “tavizle” Batı’ya yakınlaşma yolunda adım atıp atmadığı tartışılabiliyor. Pazarlık pozisyonu olarak ortaya konan maksimalist taleplere gerçekleşebilirliği açısından bakılabiliyor.
F-16 ve/veya F-35 sorunlarının aşılıp aşılamayacağı yerine AB üyeliğinin mümkün olup olmadığı konuşulabiliyor. Ancak bu pazarlığın AB içinde de tartışma doğurduğu, Türkiye ile ilişkilerin bir şekilde yoluna konması gerektiği üstüne düşünülmeye başlandığı görmezden gelinebiliyor. İsveç’in destek sözü hafife alınıyor.
Son bir kaç gün içinde okuduğum, çevremde yapılan tartışmalarda duyduğum ve biraz hayretle karşıladığım bir başka argüman da İsveç ve Finlandiya üyeliği üstünden yapılan pazarlığın fuzuli olduğu, Türkiye’nin direnciyle ittifakı içinde daha çok zemin kaybettiği.
Bu görüşü savunanlar ne kadar haklılar bilmek zor. Nihayetinde elimizde diğer 30 üyenin Türkiye’ye ne denli sempati duyduğu, duydukları sempatinin menfaatlerinden üstün gelip gelmeyeceğine ilişkin bir veri yok. Türkiye’nin pazarlık etmemesi halinde çıkarlarına saygı gösterilip gösterilmeyeceğini kestirebilmek de imkansız.
Benim mesleki hissiyatım hiç göstermeyecekleri, uysal Türkiye’yi verili kabul edip çıkarlarını dikkate almayacakları yönünde. Ayrıca pazarlığın başlangıç noktasıyla sonucuna baktığımızda, üyeliğe verilen onayın şartlı olduğunu dikkate aldığımızda da bu pazarlık Türkiye’nin en azından bazı beklentilerini karşılar şekilde sonuçlandı diyebiliyoruz.
Bir önceki yazımda bunların hangi beklentiler olduğunu yazdığım için mutabakat metnindeki TBMM onayının ön koşulu olduğu anlaşılan dört operasyonel paragrafa bir kez daha değinmeyeceğim. Meraklı okuyucu bir önceki yazıma ve çıkan haberlere bakabilir. Belki bazı kanaat önderleri de pazarlığın geldiği noktayı Türkiye’nin ekonomik zafiyetine, diğer iç sorunlarına bağlamamayı deneyebilir.
Bana kalırsa sağduyulu okuyucuyu da, kanaat önderini de, akademisyeni de iktidar bloğunun kontrolü altında olan, ona ne yaparsa yapsın sempatiyle bakan yayın organlarının attığı manşetler, konuklarına yaptırdığı yorumlar yönlendirmemeli. Onların dediğinin tam tersini söylemek gibi bir davranış kalıbı refleks haline dönüşmemeli. Bizler olaylara bakıp, metinleri okuyup karar ve yorumlarımızı öyle yapmalıyız.
Yapmamız gereken bir başka şey de ittifakın aldığı diğer kararlara bakmak, onların Türkiye açısından ne anlam ifade edebileceğini yorumlamak olmalı. Bana en önemlilerinden biri Foreign Policy’nin güvenlik muhabirleri Robbie Gramer ve Jack Detsch’in altını çizdiği ve sessiz devrim olarak adlandırdığı caydırıcılığın niteliğindeki değişim gibi geldi.
Muhtemelen bildiğiniz gibi NATO’nun caydırıcılığının mantığı birimize saldırı olursa hepimize olmuş sayarız ve saldırana savaş açarıza dayanıyordu. Yani Washington Antlaşması’nın beşinci maddesinin anlamı tek bir ülkeye topyekün yardım şekildendeydi ve bu yardım nükleer silahların kullanılmasını da içeriyordu.
Zaman içinde kullanım şartları gevşetilse, nükleer caydırıcılık topyekünden yerele dönüşse, savaş konvansiyonel kaldığı sürece nükleer silah kullanmaktan kaçınma mantığına dayansa da birimize yapılan hepimize yapılmış sayılır anlayışı hakimdi. Potansiyel saldırgana seni hep birlikte çok fena cezalandırırız deniyordu.
Artık bu değişti. Sessiz devrimle topyekünden yerinde savunmaya geçildi. Muhtemel saldırgana, daha doğrusu Rusya’ya herhangi bir ülkeye yapacağın saldırı burada savunulacak, burada püskürtülecek, her ne kazanacağını düşünüyorsan bundan sonra düşünme denmeye başlandı.
Belli ki Ukrayna savaşından da ittifak dersler çıkarttı. Hem Rusların konvansiyonel olarak yenilebileceği, hem de nükleer caydırıcılığın Rusya’dan çok NATO’yu caydırdığı anlaşıldı. Bu konuda özellikle Amerika’daki etkili çevrelerce dillendirilen görüşler dikkate alındı.
İttifak şimdi en geç bir ay içinde çatışmaya girebilecek 300 bin kişilik bir görev gücünü doğu sınırlarına yapılacak olası bir saldırı için hazırlamaya çalışıyor. Almanlar Litvanya’yı, Amerikalılar Polonya’yı, Fransızlar da Romanya’yı savunmanın ana sorumluluğunu üsteniyor. Planlar kamuya açık olmadığı için Türkiye’nin katkısının ne ve ne kadar olacağını bilmiyoruz.
Ancak güvenlik anlayışındaki bu değişikliğin, topyekün caydırmadan saldırı imkanını inkara ve imkansıza yakınlaştıran bu yeni stratejinin askeri açıdan güçlü Türkiye için yeni rol ve sorumluluklar doğurmamasını beklemek gerçekçi olmaz. Görünen, bu değişimin Türkiye’nin siyasi ağırlığını arttıracağı yönünde…