NATO 1949 yılında kuruldu. Öncelikli amacı Avrupa’yı Sovyet tehdidinden korumaktı. İkincil amacıysa Almanya’nın yeniden silahlanmasını, dolayısıyla da güvenlik tehdidi oluşturmasını önlemek ve Amerika’nın Avrupa’daki askeri varlığını meşru kılmaktı. Washington’da imzalanan antlaşmayla taraflar bir saldırı halinde birbirlerine yardım edeceklerini taahhüt ettiler, birimiz hepimiz-hepimiz birimiz için dediler.
Saldırı olmadığı için İttifak’ın temel kuruluş amacına ne denli hizmet ettiğini bilmiyoruz. Muhtemelen NATO gerçekten de caydırıcı oldu, Sovyetler Birliği’nin yayılmasını, Avrupa kıtasının tamamını değilse bile tamamına yakınını doğrudan ya da dolaylı yöntemlerle kontrol etmesini engelledi. Türkiye de 1952 yılından bu yana güvenliğini, caydırıcılığını üyesi olduğu ittifaka dayandırdı.
***
Ancak NATO’nun ikincil amacına hizmet ettiğini, Almanya’yı kontrol altında tuttuğu, daha da önemlisi ABD’nin Avrupa kıtasındaki varlığını hem kendi halkına hem de Avrupalılara meşrulaştırdığını biliyoruz. Eğer öyle olmamış olsaydı, İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden 73 yıl sonra Amerika’nın Almanya’da 35 bin asker bulundurmasına, bunu da Avrupalı ortaklarına bir lütuf olarak sunmasına imkan olmazdı. İşgal bittikten sonra Almanya’dan çekilmesi gerekirdi.
Ama o zaman da Almanya başının çaresine bakmaya kalkar, ya istenmeyen ittifaklar içine girer ya da 1930’lu yıllarda ve daha öncesinde olduğu gibi silahlanırdı. Amerika NATO sayesinde Avrupa üstündeki hegemonyasını sürdürdü, dünya düzenini ve güç dengelerini karşısındaki hasma mukabil kurguladı. Sovyetler Birliği çökünce de yerine “alan dışı müdahaleyi” ikame etti. Washington Antlaşması’nda olmayan bir sorumluluğu NATO’ya yükledi.
Doğal olarak hegemonyayı sürdürmek külfetine katlanmayı da getirdi. En büyük külfet caydırıcılığın çökmesi halinde yapılacak fedakarlıktı. Bunu sadece Amerikalılar değil hiç birimiz düşünmek istemedik. Oysa birimizin yaptığı bir hata yüzünden hepimiz yok olabilirdik. İkinci ve şu an yeniden gündemde olan külfetse sorumluluğun paylaşımı, yani ekonomik yük. Baştan itibaren Amerikalılar Avrupalılardan daha çok parayı askeri giderler için ayırmak zorundaydı.
Onlar da Avrupa’dan daha fazla katkı istediler, “burden sharing” diye bir kavramla tanışmamızı sağladılar. Ama ilk defa bu tartışma bu kadar ciddiyet kazandı ve NATO’nun itibarını zedelemeye, geleceğini ipotek altına almaya başladı. Trump seçim kampanyası sırasında ve sonrasında Avrupalıları suçladı, onlardan daha fazla mali fedakarlıkta bulunmalarını istedi.
11-12 Temmuz Brüksel Zirvesi öncesindeyse Trump’ın savunmaya az para ayıran üye ülkelerin devlet veya hükümet başkanlarına mektup yazdığı söyleniyor. Dünkü New York Times’ın haberine göre Trump Almanya, Belçika, İspanya, Kanada, Norveç gibi ülkelerin liderlerinden güvenlik harcamalarını 2014 Galler Zirvesinde kararlaştırdıkları gibi GSMH’nın yüzde 2’si düzeyine çıkartmalarını istemiş.
***
Ve belli ki Trump bazılarına karşı hoş olmayan, diplomatik üsluba uymayan bir dil kullanmış. New York Times editörleri Kanada’daki G 7 Zirvesi sırasında gerilen ilişkilerin gelecek haftaki toplantı sırasında daha da gerilebileceğinden endişe ediyor. Ki endişelerinin yersiz olduğu söylemek zor. Çünkü Amerika ile diğer üyelerin arasındaki sorunların sayısı her geçen gün artıyor, müttefikler birbirine karşı ticaret savaşına hazırlanıyor.
Burada kimin haklı ya da haksız olduğunun çok önemi yok. Önemli olan bizim de içinde yer aldığımız, güvenlik şemsiyesinden tam olarak faydalanamasak da siyasi işbirliği imkanlarından yararlandığımız bir çatı ciddi sarsıntı geçiriyor. NATO’nun zaten tartışmalı olan caydırıcılığı iyice tartışmalı hale geliyor. Bu yapıyı ayakta tutabilmek adına Foreign Affairs dergisinin son sayısında olduğu gibi ittifakın mantığına hiç de uygun olmayan yöntemler öneriliyor…