Birkaç gün önce New York Times’da Amanda Taub, Kanadalı akademisyen ve eski siyasetçi Michael Ignatieff ile yaptığı söyleşiye atfen, 21. yüzyılın siyasetinin merkezi çatışmasının (ya da isterseniz biz kırılmasının diyelim) bir topluma kimin ait olduğu üstünden gerçekleşeceğini yazdı. Manşeti atan Taub ve ona malzeme veren Ignatieff’i de bu şekilde düşünmeye sevk eden Amerika’da Trump’ın, İngiltere’de ise AB retçilerinin başarısıydı.
Ignatieff, bu sonuçlara şaşırılmaması gerektiğini, merkezi tartışmanın “topluma” kimin ait olması üstünden yürüdüğünü söylüyordu. Mültecilerin gelmeye çalıştıkları ülkeye katılmaya haklarının olduğunu iddia eden kozmopolitlerin (yani aidiyetinin evrensel olduğuna inandığı değerlerle özdeşleştirenlerin) sayısının ve etkisinin az olduğunu, asıl çoğunluğun “milliyetçilerden”, toplumlarına katılımı hak değil lütuf olarak görenlerden oluştuğunu anlatıyordu.
***
Doğrusunu isterseniz Ingantieff’in tespitlerinin isabetli olup olmadığına emin değilim. Kendisi daha önce de pek çok tespitinde yanılmıştı. Üstelik söz konusu gerilimin küreselleşme veya başka nedenlerden dolayı dünya siyasetinin diğer sorunları aşan en önemli kırılma noktası olması da bana pek gerçekçi gelmiyor. Jeopolitik rekabetler, medeniyet bazlı gerilimler hala kozmopolitlerin “hak”, milliyetçilerin “lütuf” anlayışının yaratabileceğinin çok ötesinde kırılmalara, gerilimlere, krizlere, savaşlara neden olabilecek nitelikte. Ama yine de tartışma önemli. Geleceğe ışık tutuyor, siyasetin hangi mecrada seyredebileceğine işaret ediyor.
Gerçekten de İngiltere’nin ya da başka bir ülkenin ücra bir köyünde oturan insan için evrensel denen değerlerin, bugün başkasının başına gelen şeylerin yarın kendisinin de başına gelebilecek olmasının önemi yok. O kendini dünyanın değil yakın çevresinin ya da ait olduğu yüzyıllardır kafasına kazınmış olan milliyetinin, belki biraz da inancıyla tanımladığı medeniyetinin parçası hissediyor. Küreselleşen ekonominin içinde yaşasa bile onun yararından değil zararından etkileniyor. Polonya’dan gelecek muslukçunun veya Suriye’den göç edecek işçinin ekmeğini elinden alacağından endişe ediyor.
Korkması için ille de yabancı düşmanı, ırkçı bir milliyetçi ya da dünyada olan bitene karşı kayıtsız olması gerekmiyor. Suriye’de olan bitenden o da rahatsız, belki de kökeni İngiliz bile değil. Ama kendi kaderini, dolayısıyla da toplumunun sınırlarını kendisi belirlemek istiyor. O topluma kimin ait olacağını, kimin Birleşik Krallık ya da Amerika Birleşik Devletleri vatandaşı olacağına ben karar veririm, ben izin veririm diyor. Macarlar da, Çekler de, Slovaklar da ve tabii ki Türkler de aslında aynı şeyi söylüyor. Bu, hemen herkes, zihinlerde tasarlanmış tüm toplumlar için geçerli. Hepimiz gelen hakkında da, giden hakkında da söz sahibi olmak istiyoruz.
Talep son derece de demokratik, madem ki benim bu ülke için ölmeye bile hazır olmam gerekiyor o zaman geleceği için de benim karar vermem, başka zamanın ve başka şartların ürünü olan soyut normların dayatmalarına boyun eğmemem gerekir anlamına geliyor. Bu da dünya siyasetinin yüzyıllar süren savaşlarının, mücadelelerinin sonucunda ortaya çıkmış normlarının reddi demek. Eğer mültecilerin haklarına ilişkin imzalanmış uluslararası sözleşmelerin önemi yoksa, eğer onlar haklar manzumesi yaratmamışsa, diğerleri neden yaratmış olsun?
***
Biliyorum bu tartışma bizim için lüks diyenler çıkacaktır. Mülteciler konusundaki tartışmanın Türkiye’de hak değil zaten lütuf üstünden sürdüğünü, vatandaşlığı teklif edenlerin de reddedenlerin de hak ve hukuk yerine aidiyet, menfaat ekseninden konuştuğunu söyleyenler olacaktır. Ayrıca böylesi bir tartışmanın içinde ve yakınında yaşadığımız sorunlar yüzünden tali kaldığı da gerçek. PKK, IŞİD varken, kendi içimizde bunca gerilim yaşarken kozmopolitliğin mağlubiyeti herhalde en son düşüneceğimiz şey olur.
Ancak küreselleşme potansiyeli taşıyan bu kırılma ilk bakışta göründüğünden çok daha önemli. İçe kapanmanın, bir siyaset coğrafyası olarak dünyayı ve onu oluşturan normları giderek görmezden gelmenin Türkiye’yi etkilememesi imkansız. Bu, sadece AB üyeliği için 3000 yılına randevu veren liderlerin sayısının artması anlamına gelmeyecek, ülke içinde siyaset yapma biçimlerinin değişmesi, halkaların böylesi demokratik beklentilerinin karşılandığı siyaset anlayışlarının daha güçlü bir şekilde ortaya çıkması anlamına da gelecek. Belki yakın bir gelecekte üye olmadığımız AB için referandum yapılmasını bile yadırgamayacağız…