Hatırlarsınız, salgın başladığında Kovid 19 virüsünün Çin’deki bir laboratuvardan mı sızdığı yoksa Amerika’dan mı sızdırıldığı tartışma konusu olmuştu. Bazıları somut verilere ve geçmişteki tecrübelere dayansa da söylenenlerin çoğu komplo teorisi ya da siyasi eğilime göre tahmin mahiyetindeydi. Sonra araştırmalar da yapıldı ama ortaya somut bir sonuç çıkmadı. Genel kabul gören yaklaşım mutasyona uğramış hayvan virüsü olarak kaldı.
Ancak “laboratuvar sızıntısı” bir kavram olarak anlatıya ve literatüre girdi. Sadece biyologlar, doktorlar ve toksikologlar bu tür sızıntılar üstünde çalışmıyor, dünya siyasetin anlamaya ve anlamlandırmaya gayret edenler de kendi laboratuvarları olan zihinlerinin sızıntılarının dünyayı nasıl “kirlettiğini” tartışıyorlar. Realizm, liberalizm, medeniyetler çatışması gibi büyük anlatıların siyaset yapım ve siyaseti anlama süreçleri üstündeki zararlı etkilerine dikkat çekiyorlar.
Sızıntı metaforu yeni olsa da tartışma eski. Tüm büyük teorilerin aslında birer önyargıdan ibaret olduğunu, dünyanın onların öngördüğü kadar basite indirgenemeyeceğini yıllardır söyleyenlerin sayısı hiç az değil. Feministler, inşacılar, post-modernistler aklıma ilk gelenler. Yeni olan teorik akımların ve onların sahiplerinin siyaset yapım süreçlerini ne şekilde ve hangi kanallardan etkilediklerinin ortaya konuyor olması. Asıl önemlisi de sızıntı sürecinin toksik olarak nitelenmesi.
***
Bu anlamda Paul Musgrave’in 3 Temmuz’da Foreign Policy’de yayınlanan makalesi ilginç. Akademik cemaatin kontrolünden kaçan defolu teorilerin dünyanın geleceğini tehdit ettiğini söylüyor ve indirgemeciliğin sonuçlarına değiniyor. “Çılgınca fikirlerin” Foreign Policy, Atlantic gibi mecralar üstünden piyasa sürüldüğünü, düşünce kuruluşlarının bu fikirlerin yayılmasına yardımcı olduğunu iddia ediyor. İlk andığı da Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması tezi.
Musgrave, Huntington’un iddialarının spekülatif olduğunu, destekleyici örneklerin gelişi güzel seçildiğini fakat görüşlerinin tüm eleştirilere rağmen geniş bir kesim tarafından benimsendiğini anlatıyor. 11 Eylül saldırılarının ve medyanın Huntington’u hakketmediği bir yere taşıdığını, akademik cemaatin kabul edemeyeceği basitlikte bir açıklamanın siyaset tarafından benimsendiğini vurguluyor.
Onun verdiği bir başka laboratuvar kazası örneği de benim gençlik yıllarımın önemli isimlerinden Thomas Schelling’in oyun teorisi üstünden yaptığı analizlerin Soğuk Savaş’ın en zor dönemimde Kennedy Yönetimi’ne sızmış ve onların düşünce sistematiğini etkilemiş olması. Musgrave’e göre aslen iktisatçı olan Schelling’in rasyonalite varsayımına dayanan modellemeleri gerçek hayata tekabül etmiyor.
Evet, dünya 1962’de büyük bir nükleer çatışmanın eşiğinden döndü, topraklarında barındırdığı nükleer başlıklı füzeler yüzünden ilk hedeflerden biri olacak Türkiye de yıkımdan kurtuldu. Ama benim bildiğim ve Musgrave’in ima ettiği gibi Schelling sayesinde değil. Dünyanın modellerde anlatılandan daha karmaşık olduğunun görülmesiyle. Galiba biraz da Kennedy’nin sağduyusu ve tarihi tesadüfler neticesinde.
Musgrave’in dikkatimize getirdiği bir başka sosyal bilimler laboratuvar kaçağı ise Kant’ın Ebedi Barışın Üzerine Felsefi Denemesi’ne dayanan demokratik devletlerin çatışmayacağı hipotezinin oğul Bush Yönetimi tarafından benimsenmesi, Neo-Con’ların dünyayı barışçıl bir yer haline getirmek için müdahaleyi yöntem olarak seçmesi. Ve tabii ki bu müdahalelerin insan ölümleri, ülke yıkımları dışında hiç bir işe yaramaması.
***
O, tüm bunlardan sosyal bilimcileri sorumlu tutuyor, “laboratuvarların” iyi korunamamış olmasına bağlıyor. Ama muhtemelen onun varsayımları ve kullandığı metafor da defolu. Çünkü virüslerin yayılmasından farklı olarak fikirlerin yayılması sadece arzın varlığıyla gerçekleşmiyor. Bu tür fikirlere olan talep de yayılmada rol oynuyor. Bazen medeniyet tezi ya da bizdeki gibi özünde coğrafi determinizmden başka bir şey olmayan jeopolitik düşüncesi çıkarlara hizmet ediyor.
Bu fikirlerin hatalı, defolu, hatta akademik açıdan saçma olduğu bilinse bile bir çıkara, bir beklentiye hitap ettiklerinde benimsenmeleri, dolayısıyla da kendi gerçekliklerini yaratmaları mümkün oluyor. Silahlanmanın da, insan öldürmenin de anlamsız olduğunun farkında olsak dahi biri silahlanınca, ordu kurunca, gücünü arttırarak bizi istemediğimiz bir şeyi yapmaya zorlayınca akademik doğrunun, ahlaki duruşun önemi azalıyor. Tarih, tecrübe ve varsa duruşumuza meşruiyet sağlayacak teori konuşuyor.
Yapılması gereken sanırım hem teorilerin hem de her türlü büyük anlatının deşifre edilmesi ama aynı zamanda bunların birer zihniyet haritası ortaya koyduklarının ve bazı zihinleri esir aldıklarının da kabul edilmesi. Kısacası ne onlarla oluyor, ne de onlarsız. Basite indirgenemeyecek kadar karmaşık bir dünyada yaşıyoruz. İndirgemediğimiz zaman da anlayamıyoruz, indirgeyenlerin neler yapabileceklerini göremiyoruz…