Küreselleşmenin ne olduğu, nasıl tanımlanması gerektiği, iyi mi yoksa kötü mü olduğu hep tartışmalıydı. Kimilerine göre eski bir sürecin yeni adı, modernleşme gibi aslında açıklayıcı olmayan ama sanki öyleymiş gibi sunulan bir olguydu. Kimilerine göreyse nitelik ve nicelik açısından insanlık tarihinin ulaştığı son aşamaydı. İletişim devrimleriyle iyice belirginleşen ancak kendini en çok ekonomik iş birliğinin derinleşmesinde gösteren, siyasi sonuçları da olan bir gerçekti.
Küreselleşme, öğretinin ünlü isimlerinden James Rosenau’nun daha 1977’de ima ettiği gibi belki sınırların ve sınırlamaların anlamını ortadan kaldıran, devletleri giderek işlevsiz bırakması beklenen, dünyayı paylaşılan sosyal-siyasal alan haline dönüştürme potansiyeli olan bir gelişmeydi. O zamanlar buzdolabındaki kivi, bazı ülkelerde de domatesle anlatılan, bundan 10 küsur yıl önce kullandığımız ders kitaplarına iPod’la giren, ticaret için de insanlık için de hayırlı bir tarihi aşamaydı.
Ne de olsa iPod Nano’nun çiplerini İngiliz firması ARM’den aldığı lisansla önce Tayvan’daki Silicon-Ware firmasında üreten, sonra üstüne plastik kaplanması için Güney Kore’deki Amkor’a gönderen, oradan da ücretlerin daha da düşük olduğu, işçilerin fazla mesaiye zorlandığı Çin’de parçaları montajlayarak Amerika ve dünyaya Apple etiketiyle pazarlanmasına vesile olan, 2005 itibarıyla da 225 milyon dolar net kar elde eden PortalPlayer için iyi olan hepimiz için iyi ve tabii ki hayırlı olmalıydı.
Devletler ve insanlar günün birinde küreselleşme kavramıyla özetlenen sürecin faziletlerini görüp ona göre hareket edecekler, bundan sonra çatışmayı değil iş birliğini, PortalPlayer ve Apple örneğindeki ortak kazancı siyasetlerinde ön plana çıkartacaklardı. Yine de anlamayanlar, sürecin önemini idrak edemeyenler oldu. Küreselleşmeyi kutsayan bu ultra liberal anlayışa ve anlatıya pek çok yerden, devletleri dünya siyasetinin biricik unsuru olarak gören realistlerden, en çok da eşitsiz iş bölümünü ve sömürüyü önemseyen Marksistlerden itiraz geldi.
Beklenen bir tür eşitsiz mübadeleye dayalı bu sistemin üçüncü denen dünyadan gelen karşı çıkışla sona ermesiydi. Fakat beklenen olmadı, üçüncü dünya bu süreçten zararlı değil yararlı çıktı. İnsanları önce ezilse de sonradan büyük ölçüde refaha kavuştu, şimdiki küreselleşme karşıtlarının iddialarına göre tam da bu yüzden Amerika’da halk fakirleşirken Çin’dekiler zenginleşti. Çin güçlü ve etkili bir devlet olarak dünya siyaset sahnesinde hiç de arzu edilmeyen yerini aldı.
Amerika bir süredir kendi sermayesinin öncülüğünü yaptığı küreselleşme sürecini tersine çevirmeye, bu sürecin sağlıklı işlemesini sağlayan kurum ve rejimleri değiştirmeye çalışıyor. Değiştiremediklerinin de kurallarını ihlal ediyor. Mesela demir ve çeliğe caydırıcı vergiler koyuyor. İstediği kendi çıkarlarına hizmet edecek kadar bir küreselleşme. ABD Hazine Bakanı Janet Yellen de geçtiğimiz aylarda bunun kavramsal alt yapısını “friendshoring” ile kurguladı, yani ticaret ve yatırımın değerlerini paylaşanlarla sınırlanması gerektiğini vurguladı.
Amerika’nın değerlerinin çıkarlarının ne kadarını içerdiğini bilmiyoruz fakat belli ki Körfez monarşilerini dışlamıyor, Çin ve Rusya’yı sistem dışına itmeyi, AB’yi de siyasi ve iktisadi baskı altında tutmayı hedefliyor. Amaç Trump’ın dediği gibi Amerika’yı yeniden büyük yapmak. Söylem eskisi kadar popülist olmasa dahi hedef aynı. Ülkeye yatırım çekmek, kritik teknolojileri Amerika’da üretmek için yoğun destek vermek, Çin’e karşı yeni yaptırımlar uygulamaya koymak. Artık Amerika’nın TikTok’a bile tahammülünün kalmadığı anlaşılıyor.
Bir yandan Çin ve tabii ki Rusya orantısız bir şekilde şeytanlaştırılırken, öte yandan küreselleşmenin yarattığı sorunları anlatan kitap, makale ve haberlerin sayısı artıyor. Rusya’nın Ukrayna savaşı, mülteci sorunları, pandemi krizi, Amerika’nın çöktüğünü düşündüğü ekonomisini toparlama ihtiyacı, ortak bir sinerji yaratarak küreselleşme karşıtlığını besliyor. Çare bölgeselleşme olarak tasvir edilirken Amerika aslında merkantilizme kayıyor.
Foreign Affairs’e katkıda bulunan, Hindistan eski Merkez Bankası Başkanı Raghuram Rajan’ın dikkatimizi çektiği küreselleşme karşıtı iki kitaptan da kopuşun entelektüel altyapısının hazırlanmaya başlandığı, bu sürecin geriye çevrilmesinin artık iyice zorlaştığı belli oluyor. Zaten Rajan da küreselleşmenin en önemli göstergesi doğrudan yabancı yatırımların düşüşüne atıfta bulunarak, 2007’de dünya GSH’njn yüzde 5.3’ü yabancı yatırım olarak başka ülkelere giderken 2020’de bu oranın 1.3’e düştüğünün altını çiziyor.
Onun telkini küreselleşmenin ihmal edilmemesi gerektiği yönünde. Ancak gerekçesinin güçlü olduğunu söylemek zor. Çünkü dayandığı nokta küresel olmasına rağmen devletler arası iş birliğiyle aşılabilecek iklim krizi. Bana sanki küreselleşmenin tersine çevrilmesi için geriye bir tek büyük sermayenin ikna edilmesi kaldı gibi geldi. Ona da zaten havuç ve sopa yetiyor. Bir yandan jeopolitik krizlerin ekonomik sonuçları Rusya örneği üstünden işlenirken, diğer yandan milyarlarca dolarlık teşvik paketleri açıklanıyor.
Umarım Türkiye, iktidarı ve iktidara talip muhalefetiyle, akademisi, düşünce kuruluşları, TÜSİAD, MÜSİAD, TOBB ve benzeri örgütleriyle gündelik sorunları ötesinde bu tür gelişmeleri de dikkate alır, dünyanın yeni bir devinim içinde olduğunu görür. Unutmayalım ki biz de küreselleşmeden ve küreselleşmenin getirdiği yatırım ve ticaret imkanlarından yararlanıyoruz. Amerika içine kapanırsa da, küreselleşmeyi kısıtlayacak tedbirler alıp bizi taraf seçmeye zorlarsa da zarar ederiz. AB üyesi olmadığımız ve muhtemelen olamayacağımız için makul bölgeselleşme alternatiflerinin dışında kalırız…