Bu yazının konusu yok. Sadece yazanın aklının karışıklığını, yazının yazıldığı ortamı yansıtıyor. Önünde Hollanda Başbakanı Mark Rutte’nin istifa haberi var. Çocuk yardımı alan ailelerin hükümet tarafından haksız yere baskı altına alındığının ortaya çıkmasından sonra istifa etmiş. Haber derin analizler ve uzman görüşleri içermiyor. Rutte’nin hukukun üstünlüğüne ilişkin açıklamasına ve olayın arka planına yer veriyor.
O bile kendi başına önemli. Yapılan hatanın sorumluluğunu üstlenen bir yönetimden bahsediliyor. Ancak ilgimi asıl çeken haber değil haberin üstüne yerleştirilmiş fotoğraf. Rutte siyah bir bisikletin üstünden belli ki “işine” gidiyor, ayağında sivri burunlu siyah ayakkabı, üstünde de resmi sayılabilecek koyu renk palto var. Boynuna kalın çizgili bir atkı sarmış. İçindekinin de takım elbise olduğu anlaşılıyor. Koyu mavi çantasını ise gidona asmış.
Etrafında üç gazeteci, kendisinden haber, bilgi bekliyor. Kareye giren koruma ya da karşılama yok. Küçük de olsa önemli bir ülkenin başbakanı bisikletiyle baş başa. Elinde de elma var. Bana eski günleri, Oslo’da okuduğumuz zamanları, tramvayda kayaklarıyla Hollmenkollen’e giden yaşlı kralla karşılaşmamızı, bakan olduğunu havadan-sudan konuşurken öğrendiğimiz bir kadının Saga sinemasında yanımıza oturuşunu hatırlatıyor.
Tüm bunların geçtiği, okumanın, bakmanın, hatırlamanın gerçekleştiği yer ise hafta sonu için geldiğimiz Gelibolu. Karşımda muhteşem bir boğaz görüntüsü, süzülerek geçen gemiler ve silueti artık iyice belirginleşmiş, seyretmesi garip bir keyif veren köprü var. Kulağımda da evin olağan gürültüsünden kaçmak için taktığım kulaklık ve kulaklıktan gelen Rismky-Korsakov harikası Şehrazat, hemen ardından da Borodin’den bir senfonik şiir.
Fakat geçmişe de sarılsam, manzaraya veya fotoğrafa da baksam sonuç değişmiyor. Kapıyı, camı açınca içeriye kasabanın büyüsünü bozan kömür kokusu yayılıyor. Kulaklığımı çıkartınca aşağı kattan gelen haberlerin sesi. Sokaklarda saldırıya uğrayan gazeteciler, siyasetçiler, gelemeyen ve yetmeyen aşılar, yoksulluk sınırının altında yaşayan insanlar ve daha ne çok şey. Biraz daha uzağa gidince Biden’ın başkanlık töreni.
FBI uyarmış, saldırı olabilir demiş. 2002 yılında BM’ye üye olan İsviçre şimdi de Güvenlik Konseyi’ne girmeyi düşünüyormuş, Merkel’in varisi bugünlerde belirleniyormuş, Hindistan tarihinin en kapsamlı aşı kampanyasını başlatıyormuş, Uganda’da oy sayımı devam ediyormuş, Pfizer Avrupa’ya aşı dağıtım planlarını değiştirmiş, Norveç’te aşı yapılan insanlar ölmüş, WhatsApp ise kararını gözden geçirmiş.
Bunlar aynı anda değilse bile neredeyse eş zamanlı olarak maruz kaldığım, büyük bir olasılıkla sizin de kaldığınız ‘bilgiler’, daha doğrusu dürtüler ve onların yarattığı çağrışımlar. Bazıları rahatsızlık doğuruyor, bazıları huzur veriyor. Bazıları da Hollanda Başbakanı istifasında olduğu gibi her ikiyi duyguyu birden tatmamızı sağlıyor. Bisikleti görünce ne hoş diye düşünüyorsunuz, sonra ister istemez kendi ülkenizle karşılaştırıyorsunuz.
Dendiğine göre tüm bunlar beynimizin normal çalışmasını, akışını yansıtıyormuş. Edindiğimiz her bilgiyi işlesek de sadece bazılarını önemsiyor ve kullanıyormuşuz. Yazdıklarımız, farklı biçimlerde anlattıklarımız bunlar arasından seçtiklerimiz, sunduklarımızmış. Kendimizi takdim biçimiymiş. Bilincimizin akışını tespit edebilenler, onu yakalayabilenler de zaten iyi yazarlar oluyormuş.
James Joyce bunu “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi” kitabında 1916 yılında başarmış, kendini temsil eden Stephen Dedalus’u anlatırken yaşadıkları kadar aklından geçenlere de yer vermiş. Dedalus daha sonra aynı bilinç akışıyla Ulysses’de de ortaya çıkmış, 16 Haziran 1904 tarihinde üç kişinin yaşadıkları, hissettikleri ve düşündükleri üstünden edebiyat tarihinin en önemli eserlerinden birinin ölümsüz kahramanı olmuş.
Edebiyatçılar Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway’ini de bilinç akışının en iyi işlendiği romanlardan biri olarak kabul eder. Türk yazınında da Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur’u, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ı, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı, Orhan Pamuk’un Sessiz Evi’i sanırım bilinç akışı tekniğinin kullanıldığı belli başlı eserler arasındadır. Okumayı bir ölçüde zorlaştıran bu yöntem bana nedense anlatı gerçekliğine daha yakın gelmiştir. Aklımda zevk ve lezzet bırakmıştır.
Müzikte bilinç akımı tekniği kullanılmış mıdır doğrusu bilmiyorum ama bana müzik hep bilincimizi akıtıp götüren, peşinden sürükleyen bir taşıyıcı, bir aracı gibi gelir. Bazıları eğlendirse, hoplatıp zıplatsa da çoğu düşündürücü, bilincimizi zorlayıcı, hatırayı ve hatta bilgiyi vurgulayıcı niteliktedir. Kimi alır sizi çocukluğunuza, şimdi aranızda olmayan arkadaşlarınıza, yakınlarınıza, kimi de filmlere, operalara, balelere götürür.
* * *
İçine girerseniz, müziği hissederseniz mesela Borodin sizi işgal yıllarında Gelibolu’ya gelip kalmış, izini anlatılan anılar ve maddi değeri olmayan paralarda bırakmış Beyaz Ruslara kadar taşıyabilir. Hatıraları kasabanın girişindeki küçük bir anıtla, mütevazı bir müzeyle yaşatılmaya çalışılan Beyaz Rusların Orta Asya Stepleri’nde senfonik şiirini dinlerken neler hissetmiş olabileceklerini düşünebilirsiniz.
Borodin sevmezseniz, Tchaikovsky veya Korsakov deneyin derim. Onlar da size Rusya’yı ve Rusları, belki de çok daha başka şeyleri hatırlatacaktır. Benim favorim Rachmaninoff, özellikle de İki Numaralı Piyano Konçertosu. Rusya’dan çok Norveç’i, Grieg’i, hayatın farkında olmadan bitişini, bilincimizin bilinçsizce akışını anlatıyor. En azından kulağımda kulaklık, önümde deniz olduğu sürece. Huzurlu bir tatil günü dileğimle...