Zaman değerli çünkü bilincimizle sınırlı. Sayılı yıllarımız, aylarımız, günlerimiz hatta saniyelerimiz var. Zamana hakkını vererek yaşamamız gerekiyor. Bunun da kabaca üç yöntemi var. İlki anı yaşamak. Biraz hedonist ve belki biraz da konformist olmak. Her uyandığımız güne şükretmek ve onun bize bahşettiği 86 bin 600 saniyenin tadını çıkartmak. Geçmişle çok hesaplaşmamak, geleceği de fazla düşünmemek.
İkinci yöntem gelecek için yaşamak. Bu tarzda kendi geleceğimizi tasarlamak da mümkün, kolektif olanı da. Gelecek için tasarruf etmek, emeklik için para biriktirmek ilkinin en yaygın yöntemi. Diğeri ise yaşadığımız düzeni, toplumu değiştirmeyi, biz göremesek bile başkaları için çalışmayı öngörüyor. Devrim yapıp sistemi sarsmaktan iklim değişikliğini durdurmaya kadar pek çok tezahürü var.
Üçüncü yöntem ise geçmişte yaşamak, yitip giden zamanı zihnimizde canlandırarak bugünü unutup geçmişte kalmak. Bazen kendimizle hesaplaşmak, bazen de geçmişi hiç olmadığı ve yaşanmadığı biçimiyle kurgulamak. Sakıncası vicdan azabı içinde bir hayat tehlikesi. Bugünü kaçırma, yaşayabileceğimiz duyguyu, hazzı, hüznü, acıyı geleceğe erteleme, onların duygu yoğunluğunu yaşamayı sonraya bırakma, belki de hiç yaşayamama riski.
Avantajı ise geçmişten ders çıkartmaktan iyi yazar, iyi sanatçı olmaya kadar giden bir kapıyı aralayabilme potansiyelini içinde barındırması. Her ikisinin de önkoşulu samimiyet, duyarlılık ve empati yeteneği. İyi yazar olmak için doğal olarak başka şeyler de lazım ama geçmişi farklı biçimleriyle de olsa yeniden yaşayabilme yetisi bana sanki yazının, dolayısıyla da yazar olmanın olmazsa olmazları arasındaymış gibi geliyor.
* * *
Bir okuyucu olarak baktığımda sevdiğim bütün yazarların geçmişi tasarladıklarını, yeniden inşa ettikleri geçmişlerini bir şekilde bizlerle paylaştıklarını görüyorum. İlle de tarihi yeniden yazmaları gerekmiyor, yaşadıkları anı aktarmaları bile “an” aktardıkları saniyede geçmiş olduğu için bize geçmişi onların kurguladığı şekilde görmemizi, kullandıkları kelimelerden, kurdukları cümlelerden zevk almamızı sağlıyor.
Bunu en bilinçli ve sanırım en yetkin şekilde yapanların başında da Marcel Proust geliyor. 1871-1922 yıllarında yaşamış Proust’un yedi cilde ancak sığan romanı “Kayıp Zamanın İzinde” okunması, bitirmesi zor bir edebiyat harikası. Önceliği kurgudan çok anlatımda olduğu için “roman” cilt sıralamasından bağımsız da okunabiliyor. Ben yıllar önce serinin son cildinden başlamıştım, sonra da daha çok sevdiğim Swann’ların Tarafı’nı okudum.
Proust, orada, Swann’ların Tarafı’nda bize zamandan ne anladığını, geçmişin hiç beklenmediği bir anda zihninde nasıl canlandığını anlatıyor. Hikayesinin başlangıç noktasında halasının evinde çaya batırılarak yenen bir kek var. İstiridye şeklindeki bu kek görüntüsüyle anlatıcıya, dolayısıyla da yazara hiçbir şey hatırlatmazken tadıyla uyuşmuş, bilincine ulaşma kabiliyetini kaybetmiş hatıralarının canlanmasına, bir tür Freudian başkaldırıya yol açıyor.
O, öyle demese de ID, yani alt-bilinç aniden EGO’yu, yani bilinci ele geçiriyor. Bu ciltte Marcel’e yedirdiği kek Proust’u yıllar sürecek bir zihni idrak ve yazı serüvenine sürüklüyor. Bazen sayfalar tutan tek bir cümlesiyle hayatı gördüğü ve bildiği şekliyle müstakbel okuyucularına aktarıyor. Kitabında kendini temsilen genç Marcel var. Aynı zamanda anlatıcılık görevi de üstlenen Marcel bariz bir şekilde annesine aşık, iyi geceler öpücüğünü almadan uyuyamıyor.
Ana karakter Charles Swann ise Paris aristokrasisinin sevdiği, saydığı insanlardan. Marcel’in Combray dediği fakat 1971 yılına kadar haritadaki adı sadece Illiers olan köydeki aile evlerini ziyaretleriyle tanıyoruz kendisini. Swann’ın karısını çok sevdiğini, sevgisinin de bir Boticelli resmine benzemesinden kaynaklandığını öğreniyoruz. Biraz da çapkın olduğunu anlıyoruz. Ayrıca Marcel’in aile bireylerinin dünyaya, yaşadıkları çevreyi nasıl baktıklarını, insanları nasıl sınıflandırdıklarını da görüyoruz kitapta.
* * *
Tıpkı tatlar, lezzetler için söylediği gibi romanı da yazıldığından bir yüzyıldan fazla bir süre sonra bile kelimelerinin gücü, dizilişi, kurgulanışı sayesinden Proust’u hatırlamamıza, zaman konusunda Henri Bergson’dan etkilendiğini düşünmemize, ona Oidipus Komplesi teşhisi koymamıza, hepsinden önemlisi de hiçbir ilgimiz olmayan bir hayattan ve o hayat tarzını anlatan uzun, okunması meşakkatli romanından keyif almamıza neden oluyor.
Ve diyor ki “uzak bir geçmişten geriye hiçbir şey kalmadığında, insanlar öldükten, nesneler yok olduktan sonra, bir tek, onlardan daha kırılgan, ama daha uzun ömürlü, daha maddeden yoksun, daha sürekli, daha sadık olan koku ve tat, daha uzun bir süre, ruhlar gibi diğer her şeyin yıkıntısı üzerinde hatırlanmaya, beklemeye, ummaya, neredeyse elle tutulmayan damlacıklarının üstünde, bükülmeden hatıranın devasa yapısını taşımaya devam ederler.”
Onları yakalayabilenler; tadın, kokunun, lezzetin, kısacası duyunun sunduklarını içlerinde hissedebilenler de galiba iyi yazar olabilenler, biyolojik ömürlerinin çok ötesinde yaşayıp anılanlar oluyor. Mesleği ve tecrübesi bambaşka birine 75 sayfalık yeni bir el yazması keşfedildi haberiyle kendilerini hatırlatıp, Pazar yazısı gerekçesiyle romanlarına yansıyan duyarlılıklarından söz ettirebiliyorlar. Peşinde koştukları yitik zamanı bizlerin şimdisi haline getirebiliyorlar.
Eğer okumadıysanız Swann, Marcel ve yarattığı diğer kahramanlar üstünden kendini anlatan Marcel Proust aklınızda bulunsun derim. Tavsiyem Roza Hakmen çevirisi. Başka çevirileri de oldu mu bilmiyorum ama Hakmen kitaba hakkını vermiş, yazara yakın bir emekle böylesi zor bir eseri Türkçede okunabilir hale getirmiş. İyi, huzurlu, geçmiş kadar geleceği de düşüneceğiniz, yaşadığınız anı da ihmal etmeyeceğiniz bir tatil günü dileğiyle…