Kıbrıs sorununun çözümü için taraflar hafta başında Cenevre’de buluştu, Perşembe günü de 1960’da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantörü olan Birleşik Krallık, Türkiye ve Yunanistan masaya oturdu. Müzakerelerde bizim gibi dışarıdan bakanların beklediği ilerleme sağlanamadı ama ilerlemenin olması için iyi bir başlangıç yapıldı. Taraflar kısa bir aranın ardından gelecek hafta yeniden buluşacaklar, teknik-diplomatik düzeyde müzakerelere devam edecekler.
Gelişmelerden herkes mutlu değil. Her iki tarafta da kendi tarafının fazla taviz verdiğine inananlar var. Cenevre Toplantısı’nın öneminin abartıldığını, hatta gereksiz masrafa katlanıldığını söyleyenler mevcut. Harita teatisi de bir başka eleştiri konusu. Ancak nihai ürünü görmeden kesin bir kanaat belirtmemek gerek. BM müktesebatı temelinde iki toplumlu, iki kesimli çözüme ulaşmak, ulaşılamıyorsa da yeni bir çözüm yönteminin denenmesinin şart olduğunun kabulünü sağlamak için eldeki tüm imkanların kullanılması, tüm olasılıkların tüketilmesi gerekiyor.
***
Rum tarafının maksimalist talepleri de bizi yanıltmamalı. Haritalar üstünde de çalışılır, dönüşümlü başkanlık da bir şekilde kabul ettirilir. Onların her istediği olacak diye bir şey söz konusu değil. Türkiye’ye baskı yapılması, yapılabilmesi de neredeyse imkansız. Ayrıca bu daha sadece başlangıç. Sorun on yıllardır farklı biçimlerde müzakere ediliyor olsa da henüz ortada halkların onayına sunulacak bir plan taslağı dahi yok. Şimdilik ilkeler konuşuluyor. Üstünde anlaşılırsa yazıma sonra geçilecek, yazım sırasında da noktalar ve virgüller üstünde bile müzakere yapılacak.
Önemli olan tarafların ve tabii ki müzakereye müdahil olan üçüncü tarafların çözüm için iyi niyetle çalışması, samimi olması. Türk tarafı bu samimiyeti her aşamada ve her düzeyde ortaya koydu. Umarız Yunanistan da 18 Ocak’ta masaya döndüğünde samimiyetini ortaya koyar, garantilerin ne şekilde devam edeceğine ilişkin somut bir öneriyle geri gelir, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın cuma günü açıkladığı 16 Ağustos 1960 tarihli İttifak Antlaşması’ndaki dengeye uygun bir garanti sistemi üstünde mutabakata varılmasına zemin hazırlar.
Rum tarafının da Lizbon Antlaşması’nın 42 (7) maddesindeki zamanında Türkiye’ye karşı Yunanistan tarafından düşünülmüş ortak güvenlik mekanizması mantığının çıkmaz yol olduğunu anlaması gerekiyor. Türkiye’nin üye olmadığı bir birliğin kendilerine temin edeceği sözde garantiyi, özellikle de 4 Mart 1964 tarihli ve 186 sayılı BM Güvenlik Konseyi Kararı varken, yani Rumlar haksız bir şekilde adanın tamamını temsil ediyormuş gibi düşülürken, Türkiye’nin de, Kıbrıslı Türklerin de kabul etmesini beklemek gerçekçi olmaz.
***
Zaten tam da bu yüzden varılacak uzlaşmanın ve uzlaşmanın parçası olacak garanti sisteminin AB’nin birincil hukuku haline gelmesi, tüm üye devletleri ve AB’yi kurum olarak bağlaması geçmişte yaşanmış tatsızlıkların, krizlerin ve müdahalelerin yaşanmaması için şart. Her ne kadar Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından cuma günü dillendirilen koşullar arasında yer almasa da, varılacak uzlaşma Türkiye için de garantiler içermek zorunda. Mülkiyet sorununun çözüm yöntemi adanın kuzeyinde mülkü bulunan Rumların geçmişe yönelik kullanım kaybı taleplerinin Türkiye’den tazmininin önünü etkin bir şekilde kapatmalı.
Bir de Rum tarafı ve Yunanistan’ın çözümü zamana yaymak, Rusya’dan garantilerin sulandırılması için dolaylı yollardan destek almak, Trump yönetiminin Akdeniz’deki hidrokarbon yatakları yüzünden kendilerine daha fazla yardımcı olacağını varsaymak gibi düşüncelerden kendilerini kurtarmaları gerekmekte. Çünkü artık müzakereler siyaseten ciddiye bindi, bu yüzden de zaman daraldı. Sabırlar şimdiden tükenmeye, çözümsüzlük çözümdür denmeye başlandı. Çözüm süreci doğal akışının ötesinde uzatılacak olursa, üçüncü tarafların çıkar ve beklentilerine endekslenirse, sorun onların da arzu etmeyeceği bambaşka bir mecraya sürüklenebilir…