İnsanlık tarihi aynı zamanda acımasız bir şiddetin de tarihi. Gücü gücüne yeteni ya tahakküm ya da yok etti. Topluluklar halinde yaşamaya başladıkları andan itibaren insanlar birbirlerine karşı savaştı, savaşırken de en amansız yöntemleri kullandı. Topluluklar kendi içlerinde de yakın zamana kadar pek hak-hukuk tanımadı. İnanç sistemlerinin çoğu amaçsız şiddeti yasaklasa da birileri vahşeti meşru ve makul gösterecek gerekçe mutlaka buldu.
Savaşlarda yerleşim yerlerinin yakılıp yıkılması, çocukların ve kadınların bilinçli şekilde öldürülmesi, malların yağmalanması, topraklarına el konulması, bedenlerine kölelik ve mesela cariyelik adına sahip çıkılması binlerce yıl boyunca, dünyanın hemen her yerinde normal sayıldı. Güçlüler sadece sınırları dışında yaşayanlara karşı değil kendi tebalarına karşı da işkence başta olmak üzere akla gelebilecek en vahşi cezalandırma yöntemlerini kullandı.
Genel kabul gören anlayışa göre insanlık insan olduğunu, daha doğrusu başkalarının da insan olduğunu gerçek anlamda ancak 17’inci yüzyıldan itibaren hatırlamaya başladı. Hollandalı hukukçu Hugo Grotius devletler arası sorunların yanı sıra savaşın da yönetilmesi gerektiği üstüne doktriner çalışmalar yaptı.
19’uncu yüzyılın başlarında İspanyollar Latin Amerika’da çatışmaları düzenlemeye ilişkin anlaşma imzaladı, ardından Amerikan iç savaşı sırasında Lieber Kodu yayınlandı.
Ancak savaşın vahşetinin sınırlanması, yani ‘jus in bello’ için ilk ciddi çaba Kırım Savaşı sonrasında harcandı. Bir yandan Florance Nightingale’in yarattığı emsal, diğer yandan Henry Dunant’ın Solferino muharebesi hakkında yazdıkları önce Uluslararası Kızılhaç Komitesi’nin kurulmasına, bir yıl sonra, 1864’de ilk Cenevre Sözleşmesinin yazılmasına yol açtı. Adından da 1899 ve 1907 Lahey Sözleşmeleri ve 1949 Cenevre Sözleşmeleri geldi.
Yani, savaşlar sırasında sivil halkın, teslim olan ya da savaş dışı kalan askerlerin korunması için son iki yüzyıl içinde kapsamlı bir müktesebat oluşturuldu. Savaş suçunun önlenmesi için de tedbirler alındı. Bazı önemli ekleri Amerika, İsrail gibi ülkeler tarafından imzalanmamış olsa da bu müktesebat evrensel kabul gören norm haline dönüştü. Öğretide ve uygulamada adil savaş diye bir kavram ortaya çıktı.
Savaş açmak da savaş etmek de kurallara bağlandı . İhlal eden ülkeler, daha doğrusu askeri ve sivil otoriterelerin yargılanması muhtemelen bildiğiniz gibi Nürnberg’den Roma Statüsü’ne giden yolda önemli bir evrim geçirdi. 2002’de Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin kuruldu. Briand-Kellogg Paktı, Litvinov protokolü derken BM Şartı 1945’de meşru müdafaa ve şartın öngördüğü yaptırım tedbirleri dışında güç kullanımını yasakladı.
Daha sonra önleyici müdahale anlayışıyla ve müdahale tanımlamasıyla bu yasak aşılsa da Jus ad bellum kavramı, savaşı siyasetin aracı olmaktan çıkartmakta, gelişi güzel savaş açılmasını önlemekte, caydırıcılık kadar olmasa da yakın zamana kadar önemli bir rol oynadı. Eş zamalı olarak da ulusal azınlıkların korunmasıyla başlayan bir diğer süreç yönetimlerin keyfi uygulamarına karşı insan haklarının korunmasına doğru evrildi.
1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, 1949’da Soykırım Sözleşmesi ile başlayan gelişmeler Avrupa Konseyi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kurulması, içtihat ve rejiminin gelişmesiyle yeni bir boyuta taşındı. Savaşların yönetilmesinde ağırlığını hissettiren insancıl hukuk ülke içinde insan hakları haline dönüşüp devletlerin ifade özgürlüğünden inanç özgürlüğüne saygı duymaları gereken ilkeleri tescil etti.
İşkence yapmamaktan adil yargılanma hakkının ihlal edilmemesine kadar devletlerin pek çok sorumluluğunu garanti altına almak için bölgesel ve evrensel rejimler geliştirildi. Bosna ve Ruanda da yaşanan vahim insan hakları ihlalleri özel mahkemelerin kurulmasına, yeni bir hukuk anlayışının ortaya çıkmasına ve hatta insancıl müdahale için R2P logosuyla bilinen bir BM doktrininin yayınlanmasına vesile oldu.
Ama ne yazık ki bu kuralların altı da özellikle son yirmi küsur yıldır sürekli oyuldu. Özellikle kural bazlı sistem iddiasında bulunanlar, dünya siyasetinin aslında basit bir Hobbes’cu doğa halini temsil etmediğini söyleyenler bu kuralları bazen teröre karşı savaş, bazen de menfaatleri öyle gerektirdiği, ve tabii ki hegemonik hakimiyeleriyle kendi anlatılarını meşru gösterebileceklerini bildikleri için aşama aşama ya ihlal ettiler ya da ihlal edilmesini görmezden geldiler.
İşlerine gelen yer ve zamanda insan haklarını ve insancıl hukuku önemsediler. İşlerine gelmeyen yerde unutmayı, başlarını başka yere çevirmeyi seçtiler. Ukrayna’da Rusya’nın şiddetini önemseyip savaş hukuku ihlali sayarken Filistin’de İsrail’in şiddetini teröre ve 7 Ekim saldırısına bağladılar, jus ad bellum ile jus in bello’yu bilinçli bir şekilde birbirine karıştırdılar. Sorunu insani boyutundan soyutlayıp siyasi boyutuna indirgediler.
Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri Agnes Callamard’ın geçtiğimiz günlerde Foreign Affairs’de yazdığı gibi kurdukları ve kurguladıkları kural bazlı uluslarası sistemi yok edecek, insanlara artık hiç bir kural yoktur dedirtecek hemen her şeyi yaptılar. Yiyecek kuyruğundaki insanların öldürülmesini dahi genel geçer sözlerle kınayıp, savaşın, Gazze’deki insanlık trajedisinin bitmemesi için yaptıklarını, Güvenlik Konseyi’nde kullandıkları vetoları havadan atacakları yardımla unutturmaya kalktılar.
Callamard hala bir umut olduğuna, sistemin de Gazze’deki insanların da kurtulabileceğine inanıyor. Ama ben galiba bu konuda onun kadar emin ve iyimser değilim. Sadece büyük devletlerin savaş karşısındaki seçiciliğinden, normları çıkarları lehine kullanma eğilimlerinden değil dünyanın giderek sağa kaymasından, içine kapanmasından, daha çok grubu, etnisiteyi ve dini inanç mensubunu öteki olarak kabüllenmesinden endişeye kapılıyorum.
Kuralların siyasette, insancıl ya da insanlık hukuku kadar iktisadi alanda da gevşetilmesinden, hegemonik mücadele uğruna devletlerin sıfır toplamlı oyunları öncelemesinden, nükleer savaş ihtimalinin her geçen gün artmasından, iklim değişikliğinin önlenmesi ve etkilerinin sınırlanması için yeterli tedbirlerin alınamamasından rahatsızlık duyuyorum…