Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) Pazartesi günü açıkladığı altıncı rapor başta fosil yakıtları kullanmak olmak üzere insanlığın endüstriyel faaliyetlerinde ciddi bir kısıtlamaya gitmemesi haline zor günlerin yakın olduğunu hiç tereddüte yer bırakmayacak şekilde bir kez daha vurguladı. 1850 yılından bu yana artan sıcaklığın 1.5 derecede sabitlenmemesi durumunda olabilecekler sıralandı. Göstergeler açıklandı, farklı senaryolar üstünden yaşanabilecekler anlatıldı. Tüm tedbirler alınsa bile iklim değişikliğinin sürebileceği hatırlatıldı.
Rapora göre de, bu konuda çalışan diğer uzmanlara göre de atmosfere salınan her ton karbon dioksit sıcaklık, sel ve kuraklık ihtimalini arttırıyor.
Dünyanın bir bölgesi sellerden etkilenirken, başka bir bölgesi aşırı sıcaklar nedeniyle yangınlardan etkileniyor. Ya da Türkiye gibi hepsinden birden neredeyse eş zamanlı olarak zarar görüyor. Sıcaklık dalgalarının ortaya çıkma sıklıkları artıyor. Ekolojik dengeler bozuluyor. Denizlerin, okyanusların yapısı karbon kirliliği yüzünden değişiyor. Buzulların erimesi ülkeleri, şehirleri tehdit ediyor.
IPCC raporunun uzmanları bu yüzyılın sonunda denizlerin 28 ile 100 santim arasında yükseleceğini, tedbir alınmadığı takdirde bu yükselişin çok daha fazla olabileceğini söylüyor. Yapılan projeksiyonlardan dünyada artık hiç bir yerin güvenli olmadığı, iklim krizinden sadece az gelişmiş ülkelerin zarar görmeyeceği, gelişmiş ülkelerin de etkileneceği anlaşılıyor. Zaten yüzlerle insanın hayatına mal olan Almanya’daki sel felaketi de bunu açıkça gösteriyor. Atlantik kıyılarını ısıtan ve soğutan Körfez Akıntısı’nın (Gulf Stream) bile tehdit altında olduğu biliniyor.
Rapora göre 1850’den bu yana insanlık olarak atmosfere 2 trilyon, 400 milyar ton karbondioksit salmışız. Yani kotamızın yüzde 86’sını doldurmuşuz. Isı artışını 1.5 derecenin altında tutmak, iklim krizini daha az zararla yönetebilmek için geriye 400 milyar tonluk hakkımız kalmış. Bu da bence sadece karbon salınımını sınırlamamız değil hayat tarzlarımızı değiştirmemiz gerekiyor demek. Fakat değiştirebilir miyiz, kapitalizmin temel mantığını ekolojik sosyalistlerin beklediği yöne çekebilir miyiz doğrusu emin değilim.
Yapabileceğimizin en iyisi sanırım Paris İklim Anlaşması’nın sınırlamalarına uymak, uyabilmek olacak. Bunun için de önümüzde bir fırsat penceresi var. Kasım ayında Glasgow’da gerçekleşecek İklim Zirvesi ( aslında Taraflar Konferansı ya da COP 26) IPCC raporunun ağırlığı, ABD’nin yeni yönetimle birlikte iklim değişimine atfettiği önem, hepsinden önemlisi de kasırgalarla, sellerle, orman yangınlarıyla Avusturalya’dan Kanada’ya, Türkiye’den Sibirya’ya hemen her yerde iklimin değiştiğinin hissedilmesi gibi nedenler yüzünden umut vadediyor.
Üstelik artık ne uzmanlar, ne de güçlü petrol şirketlerinin tuttuğu lobi şirketleri sıcaklık artışının, dolayısıyla da iklim değişikliğinin insan faaliyeti sonucunda ortaya çıkıp çıkmadığını sorguluyor. Güneşteki patlamalardan, geçmişte yaşanmış sıcaklık artış ve inişlerinde emsal yaratmaya çalışanların sayısı ve etkisi azaldı. İklim değişikliği geleceğin sorunu olmaktan çıktı, günümüzü ilgilendirir hale geldi.
Dahası fosil yakıtın yerini alacak yeni teknolojiler devreye girdi, rüzgar ve güneş enerjisinden yararlanma endüstriyi, daha doğrusu ekonomiyi ayakta tutabilecek düzeye ulaştı. Teknolojinin düzeyi de, sermayenin beklentisi de Kyoto Protokolü’nün imzalandığı 1997’den farklı. Siyasetin özü değişmese de iklim konusundaki idraki farklılaştı. Çin de, Rusya da, Amerika’da insanlığı bekleyen tehlikenin büyük ölçüde bilincinde.
Umarız bu kez bir uzlaşmaya varılır, verilen sözler tutulur, Kuzey-Güney dengesi, daha doğrusu dengesizliği uzlaşmazlık için zemin oluşturmaz. Değişime ayak uyduramayacaklara yardımlar sağlanır, daha önce olduğu gibi ülke kotaları ağır sanayinin azgelişmişlere ihracıyla aşağıya çekilmeye çalışılmaz. Eski tartışmalar yeniden hortlamaz. Her anlamda adil ama aynı zamanda uygulanabilir bir sistem üstünde anlaşılır.
Biz de Türkiye olarak hem bu konferansta aktif ve yapıcı bir rol oynarız hem de iklim değişiliğine karşı tedbir alırız. Çünkü belli ki karbon seviyeleri aşağıda bile tutulsa görülebilir bir gelecekte orman yangınları çıkmaya, seller evleri ve işyerlerini yıkmaya, kuraklık tarımı vurmaya devam edecek. Türkiye’nin yangın uçağına da, daha iyi yerleşim planlamasına da, zirai ürünlerini ve ziraat yapma biçimlerini gözden geçirmeye de ihtiyacı olacak.
İdeali tıpkı IPCC raporunun hazırlanmasında izlenen yöntem gibi kapsamlı bir katılımla büyük bir stratejik planın hazırlanması olurdu. Ama galiba şu sıralarda böyle şeylere pek açık ve müsait değiliz. Yine de Dışişleri Bakanlığı web sayfasından Glasgow’da nasıl bir strateji izleneceğinin ipuçlarını bulabiliyoruz. En azından Dışişleri Bakalığı’nın bu konuyu önemsediğini görüyoruz.
Ancak COP 26’nın gündemindeki linyit santralları konusu açıkta kalıyor. Bir de iklim devinimi gerçekleşecek olursa, fosil yakıtlar öngörülenden çok daha hızlı şekilde ekonomik ömrünü yitirirse, içinde yer aldığımız coğrafyanın temel parametrelerinin ne şekilde değişeceğini şimdiden tartışmamızda yarar olabilir diye düşünüyorum. Benzeri iklim krizinin yaratacağı göç dalgaları için de geçerli…