İklim değişikliği dünya için yeni değil. İklim daha önce de değişti, hiç olmayacak yerleri buzullar kapladı. Daha önce de sıcaklar, seller, fırtınalar yaşandı. İnsanlar eski Yunan’dan bu yana değişikliğin sebeplerini anlamaya çalıştı. İklim değişmesin, hasat bol olsun diye sorumlusu gördüğü tanrılara kurbanlar bile adadı.
Ancak iklim kendini ilk defa bu yıl bu kadar iyi anlattı. Sıcaklıklar hemen her yerde mevsim normallerinin üstünde seyretti. Nehirler kurudu, sular çekildi, kuraklık ekini ve verimi etkiledi. Bu kez değişim kendisinin hafife alınamayacağını gösterdi. Uzmanlar da sebebin güneşten ya da dünyanın eksenindeki kaymadan değil karbon salımdan olduğunu zaten ispatladı.
Artık dünyada ve ülkesinde olan bitene karşı en kayıtsız insan dahi hayatında bir şeylerin değiştiğinin farkında. Sıcaktan bunalıyor, televizyonunda Ren ve Don nehirlerinin kuruduğunu görüyor, buzulların eriyebileceğini, Venedik, Amsterdam gibi şehirlerin sular altında kalabileceğini, Maldivler’in sonunun gelebileceğini okuyor.
Ama çoğumuz henüz iklim değişikliğini önemsemeye, siyasi ve kişisel tercih önceliklerimizden biri haline getirmeye hazır değiliz. İklim kendine siyasetin ancak marjında yer bulabiliyor. Gündem jeopolitik gelişmeler, iç çatışmalar, ekonomi yönetimindeki sorunlarca belirleniyor. Baskın büyük anlatılar içinde yaşadığımız iklim felaketinin idarikine engel oluyor.
Mesela Ukrayna’daki savaş iklim değişikliğine katkısı yerine jeopolitik dengelere etkisi üstünden okunuyor. Yaptırım ve karşı yaptırımlarla derinleşen enerji krizi en güçlü atmosfer kirleticisi olan kömürü kullanmayı makul hale getiriyor. Arabalar elektrikli imal edilirken elektrik santralleri kömürle çalıştırılıyor. Alınan hemen her tedbir erteleniyor. Konan eşikler unutuluyor.
Bizim gibi genç bir şarkıcının sudan gerekçeler ve geçerliliği tartışmalı kanuni maddelerle tutuklandığı, hukukun üstünlüğünün ve temel insan haklarının sürekli tartışıldığı, hissedilen enflasyonun üç haneli rakamları bulduğu, siyasi tansiyonun bir türlü düşmek bilmediği, dış politikada atılan olumlu adımlara bile sevinilemediği ülkelerde ise iklim olsa olsa büyük çaplı küresel toplantılar öncesinde, sırasında, belki biraz da sonrasında konuşuluyor.
O da genellikle dışsallaştırılarak, iklimin değişiminde en çok hangi ülkenin sorumluluğu olduğu tartışılarak. Bugün Çin, dün Amerika, ondan önce de İngiltere ve Avrupa denerek. Sorumluluktan kaçınarak, siyasi ve bireysel inisiyatif almadan. Yaktığımız yakıtın, bindiğimiz aracın iklim değişikliğine katkısı olduğunu düşünmeden. Çevremize saygılı olmamız gerektiğini aklımıza getiremeden.
Kimi zaman da büyük felaketler ve yangınlar yaşandığında gündemimiz iklim oluyor. O zaman da alınmayan tedbirlere, uçamayan yangın söndürme uçaklarına atfen. Haklı olarak eleştiriyoruz ama iklim sorununu içselleştirmeyi, sahiplenmeyi bir türlü beceremiyoruz. Hemen hiç birimizin siyasi öncelikleri arasında iklim sorunu yer almıyor. Ne bizden talep var, ne de siyasi partilerden samimi bir arz.
Oysa iklim değişikliği hepimizi ve her alanda tehdit ediyor. Atmosfere biraz daha karbon salarsak, dünyayı biraz daha ısıtırsak, hatta şu anki ısınma hızını durduramazsak, buzullar erimeye devam ederse, sadece Avrupa’nın denize yakın ve iç içe şehirleri sular altında kalmayacak, ada devletlerinin çoğu yok olmayacak, İstanbul, İzmir, Ordu ve benim güzel kasabam Gelibolu da nasibini alacak. Böyle giderse ortada ne GalataPort kalacak, ne Boğaz kıyısındaki saraylar, yalılar ve oteller.
Sıcaklık değişimi turizm anlayışını da etkilecek, insanlar artık daha sıcak yerlere değil daha soğuk yerlere gitmek isteyecek. Yazlık almanın, yaşanılamayacak kadar sıcak ve nemli yerde tatil yapmanın anlamı ortadan kalkacak. Güneşte yatmanın cazibesi bitecek. Çok değil bir kaç yıl içinde tüm turizm endüstrisi kendini yeniden kurmak ve kurgulamak zorunda hissedecek. Pazar sapması yaşanacak. Emlak piyasasının da beklentileri ve dengeleri değişecek.
Geçtiğimiz günlerde New York Times’ın Kaliforniya için uzmanların katkısıyla yaptığı simülasyon çalışmasında ortaya çıkan tablo dünyanın benzeri konumdaki pek çok ülkesi, bölgesi için de geçerli olacak. Yüzlerce kilometre genişliğinde yaklaşık 2 bin kilometre uzunluğunda bir bulut, daha doğrusu hava nehri, herhangi bir an ve zamanda Missouri’nin Meksika Körfezine akıttığı suyun 26 mislini Kaliforniya üstüne boşaltacak. Ve bu bölge tabii ki büyük bir felaket yaşayacak.
Bu kadar güçlüsü olmasa da küçük çaplıları bizde de ne yazık ki yaşanacak. Karadeniz kıyıları çarpık ve plansız yapılaşmanın da katkısıyla iklim değişikliğini korkarım çok daha ciddi şekilde hissedecek. Nehir yataklarına yapılan inşaatlar, depreme dayanmaz denen konutlar büyük olasılıkla ani yağışlardan, sellerden yıkılacak. Tedbir alınması dahi pek çok felaketi önlemekte -geçtiğimiz yıl Almanya örneğinde gördüğümüz gibi- yetersiz kalacak.
Hepsinden önemlisi kuraklık ve ona eşlik eden sıcaklık tarımı etkileyecek. Konunun uzmanlarına göre ziraat yapmak daha da zorlaşacak, ürün miktarı ve kalitesi Türkiye de dahil her yerde düşecek. Bu, fiyatların artmasına, yiyeceğin dünyanın yoksul kesimleri için daha da ulaşılmaz olmasına neden olacak. Açlık ve tabii ki yükselen sular göçü tetikleyecek, bizim gibi coğrafi geçiş noktası üstünde olan ülkeler bugünkünden çok daha fazla zorlanacak. Olasıdır ki ormanlar da daha kolay ve daha hızlı yanacak.
Yine olasıdır ki bizler, yani bu dünyanın sıradan insanları kaderimize razı olup oturacağız. Hızla yaklaşan felaketi görmezden gelmeyi, sorumluluğu gelecek kuşaklara devretmeyi, haklı ya da haksız ve anlamsız nedenlerle farklı gündemlerin peşinde koşmayı sürdüreceğiz. Tedbiri ve inisiyatifi hep başkalarından bekleyeceğiz. Ta ki karbon bizi boğana, sıcaklık dünyayı iyice yaşanılmaz hale getirene kadar. O zaman da muhtemelen su için, göç için birbirimizle savaşır, günün hegemonik anlatıları içinde mutlu-mesut yaşarız…