20 Temmuz Türkiye için biri diplomatik, diğeri askeri iki önemli başarının yıldönümü. 20 Temmuz 1936’da Montrö Sözleşmesi imzalanarak boğazlar bölgesinde, 20 Temmuz 1974’de ise müdahale edilerek Kıbrıs adasının yaklaşık üçte biri üstünde etkin kontrol sağlanmıştı. İlki uzun bir müzakere sürecinin sonucu, ikincisi ise çok daha uzun ve hala bitmemiş bir müzakere sürecinin başlangıcıydı.
Ancak her ikisi de beraberinde istikrar ve düzen getirdi, Türkiye’nin ve Türk tarafının çıkarlarının, esenliğinin ve güvenliğinin korunmasına yardımcı oldu. Özellikle de 1974 müdahalesi yapılmamış olsaydı ya da başarız olsaydı, bugün KKTC diye bir devlet olmaz, hatta adada yaşayan Türk bile kalmazdı. Belki Avrupa tarihinin akışı da farklı olur, Yunanistan’daki cunta iktidara çok daha uzun süreli tutunurdu.
Umarım bu yıl adada 20 Temmuz kutlanırken güncel siyasi mülahazalar kadar bu dönüm noktasının tarihi önemi üstünde de durulur. TDP ve CTP’nin siyasi protestoları ve onlara verilebilecek tepkiler o dönemin zorluklarının anılmasını gölgede bırakmaz. Anlatılar da hamasete, özcülüğe, ırkçılığa ve medeniyet indirgemeciliğine yönelik olmaz. 20 Temmuz’da başlayan ve üç aşamada biten müdahalenin zorlukları, müdahaleye katılanların fedakarlıkları konuşulur.
***
İlgilenenler için bu konuda yazılmış çok kitap, yapılmış çok akademik çalışma var. Emekli askerlerin ve diplomatların anı mahiyetli kitaplarının sayısı hiç az değil. Mehmet Ali Birand’ın 30 Sıcak Gün’ü önemini hala koruyor. Denktaş’ın, Klerides’in anıları okunmasa olmazlar arasında. Elindeki her bilgiyi farklı kaynaklardan teyit etmeye çalışan, envanter özelliği ağır basan Halil Sadrazam’ın 2013’de Söylem tarafından yayınlanan dört çiltlik Kıbrıs’ın Savaş Tarihi de unutulmaması gerekenler arasında.
Eğer vaktiniz varsa ve Sadrazam’ın çalışmasının üçüncü cildine ulaşabilirseniz 20 Temmuz müdahalesine giden günleri, müdahalenin askeri cephesinde olan bitenleri en ince ayrıntısına kadar okuyabilirsiniz. Orada adayla Türkiye arasındaki saat farkının dahi ne gibi sorunlara yol açtığını, koordinasyon eksikliliğinin nelere sebep olduğunu görebilirsiniz. Bana öyle geliyor ki bu tür kitapların asker, sivil, siyasetçi, akademisyen ve tabii ki gazeteci hepimize yararı var.
Sadrazam gibi araştırmacılar bizi sloganlaşmış anlatılardan, hamasetin girdabından koruyor. Aynı zamanda bugüne değin soruna neden çözüm bulunamamış olduğuna da ışık tutuyor. Ama çözüm önermiyor. Onun çalışmasında da geleceğe ilişkin bir yol haritası yok. Benim görebildiğim kadarıyla da kimsede yok. Yıllardır denenip başarılı olmayan bir yöntemin değişmesi gerektiği söyleniyor fakat nasıl değiştirileceği tarif edilmiyor.
Oysa önümüzde ciddi bir BM muktesebatı mevcut. 1977-79 Doruk Anlaşmaları neticesinde iki toplum liderinin varmış olduğu mutabakatla çizilmiş Güvenlik Konseyi sınırlarının değişmesi kolay değil. İki devletli çözüm olacaksa ve bu tarafların bugün içinde yaşadıkları statükodan farklı bir şeye dönüşecekse, yani KKTC’nin egemen varlığı tanınıp hukuki sonuç doğuracaksa ya Rum tarafının ya da BM’nin beşi daimi olmak üzere dokuz üyesinin rızası gerekiyor.
Yanılıyor olabilirim ama bana Rum tarafını ya da BM Güvenlik Konseyi’ni ikna edebilecek fazla enstrümana sahip değilmişiz gibi geliyor. Çünkü Brinkmanship’in, bir başka tanımıyla gerilim stratejisinin limitlerini çoktan zorladık. Bu yüzden de AB ve ABD ile yakınlaşmaya çalışıyoruz. Maraş açılımı derseniz tazminatlarıyla Rum tarafından çok bize sorun çıkartacağa benzer. Güvenlik Konseyi’ni de zaten bu tür yöntemlerle ikna etmemiz olanaksız.
***
Bir başka sorunumuz da Kıbrıs Türklerini iki devleti çözüme ikna etmek. İki devletli çözümden kastın ilhak olduğuna inananların sayısının hiç az olmadığını dikkate almak zorundayız. Federal bir çözümün hala ve her şeye rağmen mümkün olduğunu varsayanlar da çok. Ayrıca iki devletli çözüm olacaksa önce Türkiye bizi devlet olarak tanımanın tüm gereklerini yerine getirsin diyenler de var ve haksız olduklarını söylemek imkansız. Unutmayalım ki, Kıbrıslı Türkler destek ve yardım kadar eşitlik de talep ediyor.
İki devletli çözüme itiraz etmeyenlerin bir bölümü ise bunun gerçekleşmeyeceğine güvendiği için sesini çıkartmıyor. Temennim bu 20 Temmuz’un KKTC-Türkiye ilişkilerinde yeni bir milat olması, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vereceğini söylediği müjdenin aramızdaki sorunları aşmaya katkıda bulunması. Mesela eşitliğin tanınması yolunda somut bir adım atılması ya da iki devletli çözüme ilişkin detaylı bir yol haritası içermesi, daha da iyisi ikisini de kapsaması.
Ben Türkiye’nin hem KKTC’de gönülleri kazanması hem de GKRY’de inandırıcılığını güçlendirmesi için farklı şeyler yapması gerektiğini düşünüyorum. Daha önce de yazdığım gibi istenirse radikal kararlar alınabilir, bir yandan KKTC ile diyelim ki bir SOFA imzalanabilir, diğer yandan GKRY ile şartlı diplomatik ilişki kurulması önerilebilir. Nihayetinde biz GKRY’ni değil onun adanın tümü üstündeki egemenlik iddiasını tanımıyoruz, iki devlet diyerek de 1960’da kurulan hukuki statükoyu değiştirmek istiyoruz…