Benim hayatımda hep kediler oldu. Çocukluğum Minnoşların, Tekirlerin ve Sarmanların arasında geçti. Annem kedilere bayılır, kedi sevmenin genetik olduğunu iddia ederdi. Kodlarını da annesinden değil teyzesinden aldığına inanırdı. Balkan Savaş’ında Selanik’in kaybıyla Yedikule’ye yerleşmiş olan teyzesi tam anlamıyla bir kedi delisiydi. Fatih’te oturan anneannemle onu ne zaman ziyarete gitsek bir kaçı kucağında olmak üzere evin içinde en az 10, dışında da hazır bekleyen bir başka 10 kedi daha olurdu.
Anneannem ablasının kaçık olduğunu söyler, Yedikule’ye her gidişimizde beni otobüs yolculuğu boyunca kedilere sokulmamam için uyarırdı. Ben de zaten pek sokulmaz, kedilerden ve bu kadar kedinin bir arada olduğu ortamadan hoşlanmazdım. Yedikule benim için kediden çok anneannemin eskilerden beri tanıdığı ve güvendiği pastacıya yapılan mutat ziyaret, Aksaray’a kadar sürecek otobüs yolculuğu için alınan Paskalya çöreğini yemek demekti.
* * *
Mahlep kokusu, “ninenin” evinden üstüme sinen ciğer kokusunu bastırırdı. Fakat aklım korksam da kedilerde kalırdı. Anneannemin evinde görebildiğim tek hayvan cinsi balkonuna konan ve sebatla beslenen kumrulardı. Onların ötüşü, birbiriyle dans edişi, pencerelerden içeri sızan tramvay sesi ve İtfaiye Caddesi’nin garip şekilde huzur verici gürültüsü, özellikle de tarihi bir yapının, muhtemelen bir sarnıcın üstüne inşa edilmiş bu iki katlı binanın mimarisi bana İstanbul’da olduğumu hissettiridi.
Annem ne yapar eder yine de bir yerlerden kedi bulurdu ama annesi kedilerin yakınlara sokulmasına pek müsade etmezdi. Annemin kedileri Gelibolu’da, kendi evindeydi. Nereden bulurdu bilinmez, evimizden ve bahçemizden kedi hiç eksik olmazdı. En az anneannem kadar kedi sevmez babam da annem için kedilerine katlanır, onlarla aynı yatağı paylaşmayı bile istemeye istemeye kabullenirdi.
Yaşlılıklarında biyolojik yaşı kendilerine yakın son kedilerinden biri romatizmal ağrıları yüzünden yataklarına atlarken çıkarttığı canhıraş sesten rahatsız olsa da sadece söylenmekle yetinir, kedi yüzünden uykusunun kaçtığından yakınırdı babam. Hatırladığım kadarıyla en son bizim kedimize, kapımızın önüne bırakılması yüzünden sahiplendiğimiz, iyi bakamadığımızı düşündüğümüz için götürdüğümüz tekire bakmıştı annem.
Sonra onun ömrü yetmedi başka kedilere bakmaya. Ben de uzun yıllar uzaktan bakabildim kedilere. En fazla başkalarının kedilerini sevebildim, Müge’nin direncini kırabilmek için uzunca bir süre uğraşmak zorunda kaldım. Biraz yumuşadığını gördüğüm anda da gri bir yavru bulup eve getirdim. Şimdi tam bir yaşında genç ve güzel bir kızımız var. Bol bol fotograflarını çekiyoruz ve sosyal medyada paylaşıyoruz.
Cinsi gereği pek sokulgan değil, kendini isterse sevdiriyor. Sabahları gelip mırıldanıyor. Yabancılara alışması ise zaman alıyor. Tırnaklarını da koltuklarımızda bilemekten pek hoşlanıyor. Bize göre çok akıllı, özel bir yaratık “Yoda”. Hemen her istediğini anlatıyor, her dediğini de bir şekilde yaptırıyor. Kuyruğunun hareketinden, bakışının farkından ve sesinin tonundan ne demeye çalıştığını anlayabiliyoruz. Ya da anladığımızı zannediyoruz.
Ben çalışırken masamın üstündeki yazıcıda oturmayı, yaptıklarıma, yazdıklarıma bakarak uyumayı seviyor. Müge’nin çalışma masası da onun evdeki konfor alanları arasında. O uyurken de ben başka bir kediyle, okulun Sakai platformu üstüne geliştirdiği CATS uygulamasıyla uğraşıyor oluyorum genellikle. Önceleri öğrenciyle iletişim ağı olarak düşünülen CATS artık derslerimizi de, sınavlarımız da yaptığımız çok boyutlu bir yapıya dönüştü.
Kullanımı kolay, arkasında da okulun dirayetli destek ekibi var. O da Yoda gibi beni hemen hiç üzmüyor. Biri gerçek diğeri sanal iki kedimle de iyi geçiniyorum. İlginç bir şekilde sanal ders vermeyi de seviyorum. Gerçeğinin yerini doğal olarak tutmuyor. Göz teması, insani sıcaklık, sınıfın ruhunu yakalayıp yönetme olmuyor. Ama başka pek çok şey sanal sınıf üstünden daha rahat yapılıyor. Bizlere yepyeni bir deneyim yaşatıyor.
Arada sırada aksaklıklar olsa da sanıyorum öğrencilerimiz de bu sistemden pek şikayetçi değil. Bana öyle geliyor ki salgın sonrasında da CATS sevgimiz bitmeyecek, alışkanlığımız bizi eğitimde yeni bir evreye taşıyacak. Evde ve okulda iki kediyle birlikte yaşayacağız. Ben kendi adıma ne Yoda’dan ne de CATS’den bıkacağımı zannediyorum. Umarım onlar da benden bıkmazlar.
Bıkmayacağım, seyretmekten, dinlemekten sıkılmayacağım bir başka CATS ise Andrew Lloyd Weber’in 1981 yılından bu yana gösterimde olan müzikali. Bildiğiniz gibi iki perdelik bu oyun/opera/bale T.S. Eliot’un 1939 yılında yayınlanan kediler hakkındaki bir şiir kitabına dayanıyor, Jellicles diye adlandırılan bir kedi kabilesinin yaşantısını seyircileri ve dinleyicileriyle paylaşıyor.
CATS Weber’in yaptığı hemen her iş gibi muhteşem. Tamamını YouTube ya da başka bir kanal üstünden indirip seyretmeniz ya da dinlemeniz mümkün. Benim ve sanırım CATS’i izleyenlerin en sevdikleri parçası yalnız bir kedinin ay hafızasını mı kaybetti diye başladığı, eski günleri andığı, sokak lambalarının çıtırtısından sabahın geldiğini anladığı ve yeni bir günün yeni bir başlangıç olduğunu söylediği Memory.
* * *
Bana Elaine Paige ve Sarah Brightman’ın yorumları çekici geliyor ama şarkıyı popülerliğe ve üne galiba en çok Barbra Streisand kavuşturdu. Teklifim kedi ve müzikal severseniz Elaine Paige yorumunu seyretmeniz yönünde. Yok eğer sadece müzik diyorsanız pek çok yorumuna ulaşabilirsiniz. Celine Dion da eminim hoşunuza gidecektir. Ama unutmayın ki Weber’i doyumsamak ancak görseliğiyle mümkün.
Bugün vaktiniz olur da değişik bir şey yapmak isterseniz belki CATS’i, hiç olmazsa bir bölümünü seyredebilirsiniz. Hoşunuza giderse Weber’in diğer çalışmalarıyla da devam edebilirsiniz. Bildiğim kadarıyla 21 önemli eseri var. Benim CATS dışındaki favorilerim Phantom of the Opera (1986) ve Evita (1976) müzikalleri. Evita’yı dinlerseniz Don’t Cry for me Argentina’yı unutmayın derim. Bir de sokak kedilerini. Keyifli ve huzurlu bir gün dileğiyle...